bugün

piç

Hakan Günday'ın tüm kitaplarında olduğu gibi, bu kitap bitince de kendimi uzun ve içkili bir sohbetten ayrılmış gibi hissettim. daha önce söylemiş olduğum gibi gerçekten eğer Birine Hakan Günday'ı tavsiye edecek olsaydım, ilk olarak bu kitabı yani (bkz: piç)'i tavsiye ederdim. Çünkü bu kitap yazarın tüm karakteristik özelliklerini içerisinde barındırıyor. Karakter yaratma konusundaki ustalığı, yer yer verdiği can alıcı tespitler, aforizmalar. Hepsi olması gerektiği gibi.

Yeraltı edebiyatı adında bir tür olup olmadığı tartışılıyor, yazarın kendisi bile bunu reddediyor ama ben bu kitabın tam anlamıyla bir yeraltı edebiyatı ürünü olduğunu düşünüyorum. Gerçi ismi önemli değil, burada amaç onları diğer kitaplardan bir şekilde ayırmış olmak. Çünkü bariz bir şekilde diğer kitaplardan farklı olaylar dönüyor bu kitaplarda. Her neyse, ismi önceden konulmuş olduğu için yeraltı edebiyatı kavramını kullanıyorum. Gereksiz duygusallıktan uzak olması, tespitlere sıkça yer verilmesi ve sert oluşu (buna ben gerçekçi diyorum) bu kitabı yeraltı edebiyatının en iyi örneklerinden biri haline getiriyor.

yine altını kalın kalın Çizerek söylüyorum (bkz: Kinyas ve Kayra)'ya nazaran biraz daha ayakları yere basan bir roman. Karakter yaratma konusundaki ustalığına tekrar değinmek istiyorum. Karakterler kendine has özellikleriyle birbirinden ayrılıyor. Her ne kadar benzer hayatlar yaşıyor olsalar da hepsinin ayrı birer hikayesi var. Ama dördünün de ortak noktalarından biri, aileleriyle aralarının bozuk olması. Yuvadan kaçmayı tercih etmeleri. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabilirim. Yine kitaba uygun bir şekilde; Piçler, babaları olmayanlar değildir. Babaları gibi olmayı reddedenlerdir.

Dördü arasında Barbaros dikkatimi ilk çeken karakter oldu. (bkz: David Bowie) dinleyen, müzik setine bağımlı olan, daha sonra yaşam tarzı gereği onu da satmak zorunda kalan bir karakter. En derin olanı. Cenk, giydiği tişörtlerle dikkat çekiyor. Çizim konusunda yetenekli. Hakan, okuduğu kitaplardan aklında kalan hikayeleri anlatmasıyla dikkat çekiyor. Anlattığı o hastalıklı bir beynin ürünü olduğu apaçık ortada olan hikayelerin bir kitaptan alıntı olduğu da meçhul. Diğerlerine nazaran daha zengin bir hayal gücüne sahip. Aklına müthiş hikayeler geliyor ama yazmaya üşendiği için, başka bir deyişle edebiyata inanmadığı için 'bir kitapta okumuştum' diyerek geçiştiriyor.

Buradan çıkardığım sonuca göre, Hakan Günday'ın vermeye çalıştığı mesajlardan biri de şu, piçler hırs yoksunudur.
''Piçler hakkında konuşmak, insanlara filmler ve haber bültenlerindeki felaket sahnelerini izlerken hissettiklerine benzeyen garip bir zevk verir. Sözünü edebilecekleri konular tükendiğinde tanıdıkları piçlerin ne hale geldiklerini ve o hale nereden geldiklerini konuşurlar. çünkü sıfırdan hayatlarını yaratmış insanların hikayeleri kadar hayatlarından bir sıfır yaratmış olanlarınki de gösterişlidir.''

Bu dört karakterin her biri bir konuda yetenekli olmasına rağmen hiçbir işle uğraşmıyor. Hayata olan inançsızlıklarını destekliyor bu. Müthiş bir hayal gücüne ve edebiyata olan yeteneğine rağmen üzerine gitmeyen Hakan, bu şekilde gerçekten normal bir insan olamayacağını kanıtlıyor. Eski yüzücü olduğu halde bunu umursamayan Afgan gibi. Arzuları farklı. Onları sıradan insanlardan ayıran en önemli detay bu. Hayatı farklı yorumluyorlar. Dengeli insanlara karşı içlerinde tarif edemedikleri bir nefret besliyorlar. Onlara sunulan yaşam tarzı onların mantıklarına uygun değil. insanların bir şeylere sahip olma çabaları batan bir gemide en iyi odayı kapma telaşından farksız onların gözünde. Bu nefretin oluşmasında, onlar gibi olamamanın getirdiği hasetin de payı var mı? sorusunu akla getiriyor. Onlar gibi olamadıkları için mi nefret ediyorlar? Nefret ettikleri için mi onlar gibi değiller?

''Kendimi beyaz kadranlı, Romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum. Sadece dönüyorum. Zamanın kendisiyim. Geçiyorum.''

Bu cümleyi herhangi bir yerde görseydim, Hakan Günday'ın cümlesi olduğunu tahmin edebilirdim. Beyninin çok farklı çalıştığını düşünüyorum. Korkunç derecede farklı. Çok boyutlu düşünebiliyor. Özellikle bu kitaptaki cümlelerin ileri seviyede bir farkındalığın ürünü olduğu çok rahat anlaşılabiliyor. Belki de Hakan Günday'ı diğer yazarlardan farklı bir yerde görmemin en büyük sebebi bu tarz cümleler kurabilmesidir.

Cümlelerle baş döndürme işini çok iyi beceriyor. Bunun gibi (bkz: Kinyas ve Kayra)'da geçen ''şimdi bir yerlerde saat gece yarısını geçti bile'' cümlesini örnek verebilirim. Bir şey daha dikkatimi çekti. Hakan Günday zaman kavramına kafayı takmış durumda. Okuduğum tüm kitaplarında zamana dair müthiş tespitleri var. Henüz tamamını okumadım ama (bkz: Azil)'de de böyle bir şey hatırlıyorum.

Kitabın finalinin Hakan Günday'ın tarzına yakıştığını düşünüyorum. Hakan Günday'ın derdi her zamanki gibi, bir şeyler anlatmak değil. Okuyucuların hayatını değiştirmek hiç değil. Ders vermek asla. Kinyas ve Kayra'da bahsettiği, toplumun dışında yaşamayı seçmiş Robinson Crusoe'ların hayatından kesitler sunuyor. Fazlasını vaadetmiyor okuyucuya.

Kitabın son kelimesi olan (bkz: hiç) kitabı özetler nitelikte. Piçlik ve hiçlik arasındaki ilişkinin yalnızca harf benzerliğinden ibaret olmadığını gösteriyor.