bugün

umut ve sabır varsa aşk da var

bir öncesi için; (#13030934)

''üzülüp üzülmediğimi bilemiyorum'' diye saçma bir cümle kullanmak gerekli aslında hikayenin tam da buralarında. Garip bir ruh haline bürünmüştüm çünkü. Aklımda sadece imalı imalı söylediği o cümle kalmıştı ve o da, flaş haber geçen kanalların alt yazıyı tekrar tekrar yayınlaması gibi geçiyordu beynimin kıvrımlarından;

+ daha bile yakın oluruz bakarsın

Ne demekti lan bu!...

Hayat devam ediyordu ve bekle ve gör taktiği çoktan girmişti devreye. Ben hiçbirşey olmamış gibi davranmaya devam ettikçe o da aynısını yapıyor ve bu da suça ortak iki çocuğun gözgöze geldiğinde birbirlerine bakıp gülüşmesine benzer sahnelerin yaşanmasını sağlıyordu.

+ günaydın

- günaydınlar

+naber?

- iyidir senden naber?

+ *
''Bir gün bir broşürde, osmanlı zamanında kullanılan paraların sergileneceği bir müze haberi bütün hayatımı değiştirdi'' desem, tutup ''ulan hayat değişir tamam anladık da, müzeyle, eski paralarla hayat mı değişir amk! Ne kadar boktan bir aşk hikayesi bu'' dersiniz diye korkuyorum. O yüzden girizgahı öyle yapıp hikayeden sizleri soğutmak yerine başka yollardan sızacağım içeri;

Bir müze ismi söyledi ve ''burayı biliyor musun?'' dedi. Böyle zamanlarda adını dahi duymadığı, uzağından yakınından geçmediği bir şehri bile karış karış anlatabilir insan.

+ Tabi ki biliyorum, kaç kere gitmişimdir hem de

- bir gün beni de götürür müsün çok merak ediyorum da?

Hayır hayır bu bir mucize olmalıydı. O haftasonu için kararlaştırdık ve ben o bir hafta boyunca internetten o müze ile ilgili bütün bilgileri hatim ettim diyebilirim. Nasıl gidilir içeride ne vardır, krokiler, ücret, ordan çıktığımızda nereye gidebiliriz vs...
Hepsini kafama kazıdım ve haftasonu buluştuğumuzda ona müzenin kırk yıllık müdavimiymiş izlenimi verebilmek için çok da çaba sarf etmedim. Ezberim ilkokuldan beri iyiydi ve ilk defa tam anlamıyla işe yarıyordu diyebilirim. içten içe mutluydum.

Üç katlı müzeyi ciddi anlamda dolaştık ve bahsedilen paraları, o zamanlarda kullanılan yazışmaları tek tek büyük bir merakla inceledik. En üst katta büyük bir pencerenin yanında durduk ve yanağıma masum bir öpücük kondurup ''teşekkür ederim, buraya gelmeyi çok istiyordum'' dedi. Kısa süreliğine dil felci geçiren ilk insandım, konuşamadım.

Ne durumda olduğumu anladı sanırım ve lafı büyük bir ustalıkla değiştirdi;

+ tavla oynamayı bilir misin?

- Kız tavlası mı?

+ Tabi ki hayır, erkek tavlası

- Gerçekten biliyor musun?

+ Yenilen hesabı öder diyebilecek kadar

inanamıyordum. Galata köprüsün altındaki cafelerden birindeydik ve masada nescafeler, ellerimizde zarlar, iddialı bir tavla oyununun başında gibi gözüken iki insanın portresini yansıtıyorduk masmavi sulara. Ben sadece onu seyrediyordum.