bugün

nükhet duru

--spoiler--

Karşımda oturan bir "Star". Üzerindeki siyah, uzun, basit elbiseyi öyle büyük asaletle taşıyor ki, gündüz vakti bir tuvalet giydiğini sanıyor, şaşkınlığa düşüyorsunuz ilk görüşte. Az önce geldiği televizyon çekiminin makyajı ağır, abartılı duruyor yüzünde. Yine de çevresi koyultulmuş gözlerindeki pırıltıda asıl güzelliği. Oynuyor. Yanında ne sıfatla bulunduğumu bilmemenin gerginliği içerisindeyim. Bir hayran, bir fanatik hatta, ya da bir ahbap, bir gözleyeni, bir yakını, dostu. Nasıl düşünüyorsa beni, benim onun hakkında neler hissettiğime kaniyse, öyle davranıyor kuşkusuz bana. imajını koruyor yani. Doğal, alabildiğine doğal, sıcak, yakın. Yanımızda annesini bize çekiştirebilecek kadar samimi... Ya da değil. Dedim ya, oynuyor. Yılların verdiği alışkanlıkla sahneyle hayatı birbirine karıştırıyor, nasıl sahnede ansızın evindeymiş gibi sohbet edebiliyorsa izleyenlerle, bir dostuyla otururken ofisinde, bir anda sahne şovlarından birine dönüştürebiliyor o bir iki saati. Bunu bazen bilerek, bazen elinde olmadan yapıyor, ne artniyetli çünkü, ne de kendini kolay ele verecek kadar acemi. Onu çocukluğumdan beri nasıl takip ettiğimi, tüm şarkılarını, tüm yaşamını, yaşımın elverdiği ölçüde, ezbere bildiğimi iyi biliyor, bunu keyfini çıkartıyor. Hediyeler sunuyor bize, verdiklerinin ne kadar kıymetli, ne kadar sevindirici olacağını bilmenin keyfiyle. Çocuk yaşından beri peşinde koştuğu, duymaktan hiç bıkmadığı alkışların, hayranlık sözcüklerinin, hayranlık nazarlarının, bir kişiden ya da binlerce kişiden almanın hiç farketmediği, o insanı hep onurlandıran, doyuran, çoğaltan tanrısal beğenilme duygusunun tadına varıyor. Onu seviyorum. Bu kadının yaşamındaki tüm iniş çıkışlar, tüm mücadele, kısacık bir zamana sığmış, o kocaman hikayenin dayanılmaz bir cazibesi var gözümde. Bu buluşmadan bir kaç hafta sonra onu sahnede izlerken, yine inanamayacağım "sahnede devleşen" bu kadının, bizim kadar sıradan, normal, basit bir insan olduğuna, hele hele, böyle aynı odanın içerisinde karşılıklı oturup çay içtiğimize, sohbet ettiğimize. Hayran olduğumuz, kendimize yakın hissettiğimiz insanların da bizi en az bizim onları tanıdığımız kadar tanıdığı sanır, buna tuhaf bir şekilde inanırız. Oysa günün birinde bir yerde karşılaşınca onlar bizi görmez, umursamazlar bile çoğu kez. Ve biz yüreğimizde duyduğumuz kırgınlıkla, aslında ne kadar haksız olduğumuzu da bile bile burnubüyük olmakla suçlarız onları, yine de sevmeye devam ederken üstelik. O ise buna hiç fırsat vermedi başından beri. Hep bu kadar sıcak, hep bu kadar yakındı, inandırıcı olmamak pahasına bile olsa, yakın. Yanında kaldığımız o bir saat boyunca, gazetelere dağıtılacak dialarını ayırıyor, bir ahbabıyla albümün promosyonu için düşündüğü projeyi konuşuyor telefonda, evini, Bodrum'daki annesini arıyor, tüm bunları yaparken her defasında özür diliyor bizden, bizim yabancı olmadığımızın üstünü bastırıyor, arkadaşıyla yaptıkları sofra düzenlemeleriyle adeta bir ince zevk müzesine dönüştürülmüş salonunu gezdiriyor bize ofisinin, televizyonda görünen bir kaç meslektaşının dedikodusunu yapıyor, kilo alma ve perhiz üzerine konuşuyor, omuzlarına bıraktığı saçlarını düzeltiyor ara sıra, tüm rahatlığına karşı aslında ne kadar temkinli olduğunu anlatıyor bu hareketi. Karşımda oturan bir "Star". Buna o gün kesin kanaat getiriyorum.

Yıl 1975. Eniştem bir plakçı dükkanında çalışıyor. Karışık kasetler dolduruyor bize. Müziğe nasıl düşkün olduğumu çok iyi biliyor herkes. O sıralar teyzemle nişanlı olan eniştemin efendi bir damat adayı olarak aileye girmek çabasıyla yaptığı bu jest, en çok beni etkiliyor tabiiki. Babamla kasetleri tek tek dinleyip şarkıların isimlerini çıkartıyor eniştem. Ben de oradayım. Sibel Egemen "Hayret", Rüçhan Çamay "Para Para Para", Nil Burak "Tatlı Tatlı", Melike Demirağ "Ninni", Tanju Okan "Kemancı". Adını bilmediğimiz bir şarkıcı çıkıyor sonra. "Gerisi vız gelir bana" diyor "Güzelliğe inanmışım, sevenlere bağlanmışım". "Kim bu ?" diye soruyor babam. "Yeni çıktı bu kız." diyor eniştem. "Acaip bir ismi var. Neydi ya ?..."

1976. izmir'de oturuyoruz o yıl. Yaz ayları. izmir'in sıcağı bunaltıyor, mahallede herkes balkonlarda yatıp kalkıyor. Küçük, siyah beyaz bir araba televizyonumuz var, annemle babam balkonda televizyon izliyorlar. Ben içerdeyim. Pikabımda sarı göbekli bir longplay. "1 Numara Plakçılık" yazıyor üzerinde. "Nükhet Duru, Bir Nefes Gibi". En çok B yüzünün üçüncü şarkısını seviyorum. "Başını dayamış yanındakinin omuzuna" diye başlıyor şarkı. Sadece 7 yaşındayım ama kırmızı, yeşil ışıklarla koskoca bir senfoniye benzeyen o kadının kulisteki acıklı hali yüreğimi burkuyor nedense. Sokaklarda tüm çocukların ağzında Ajda'nın Cezayir-Fransız-Türk sentezi janrının son şaheseri "Viens Da Ma Vie" var, tabii sokakta Türkçeleştirilmiş haliyle: "Pijama, pijama, don, gömlek, fanila". Nükhet Duru'nun şarkılarını sokaktaki çocuklar bilmiyor. Ben biliyorum.Kulisteki kadının dramını yüreğimde duyuyorum.

1978 yılında bu kez Gelibolu'nun köylerinden birinde, Koruköy'de oturuyoruz. Halam ve eşi geliyorlar bizi ziyarete istanbul'dan. Halamın kocası Topkapı Orkestrası'nda trompet çalıyor. Televizyonda yakın tarihte yapılmış önemli bir konser. Sahnedeki orkestrada eniştem de var. Sunucu Halit Kıvanç sahneye Türk Hafif Müziği'nin yeni yıldızlarından Nükhet Duru'yu çağırıyor. Nükhet Duru, televizyona çıkmanın çok zor olduğu günlerde Kamera 1 adlı programıyla sık sık ekranda boy göstermeyi başarmış, bazı çevrelerden bu Avrupai program nedeniyle övgü alırken, bazı çevrelerden de TRT de torpili olduğu yolundaki iddialarla bolca eleştiri almış, son günlerde Ali Kocatepe'yle yaptığı şarkılar sayesinde de gündemde yer kazanmış bir isim. Bu kez bir şarkıcının değil ama bir cambazın dramını anlatıyor Mehmet Teoman, Nükhet alabildiğine neşeli söylüyor, sokaklara düşen ilk şarkısı bu Nükhet'in. Eniştem yüzünü buruşturuyor. "Çok şımarık bu kız" diyor. "Sahnede bunun kadar şımarıklık yapanını hiç görmedim." Sahnede, perdede, televizyonda, günlük yaşamında kasım kasım kasılmaya, erişilmezi oynamaya bayılan yıldızlarımıza o kadar alışmışız ki, evdeki herkes kınıyor sahnede cilvelenerek dönüp duran kadını. Anlattığı hikayeyi duymuyor kimse, efkarını alaturka nağmelerde arayan neslin "Beni sarar melankoli" diye kıvranan kızdan anladığı pek bir şey yok. Beline kadar açık giysisi kınanıyor bu kez. Çok değil, yirmi yıl sonra çoluk çocuk, yaşlı genç, torun torba "Yakalarsam... muck... muck..." diye birbirini öpecek insanların yaşadığı ülke bu değil sanki. Ve bu haliyle Nükhet, vasat bir memur ailesinin üstünde, ötesinde. Daha onu yakalamamıza yıllar var.

--spoiler--

devam edecek ...

müzik eleştirmeni, Hakan Tok'un kaleminden nükhet duru ...