bugün

entry'ler (8)

kim milyoner olmak ister

bir alternatifi olarak altın petek programı tercihim olmuştur bugün izlerken. daha yarışmacı tarafında bir yarışma geldi bana.

deradoorian

komodo adlı şarkısı ile beni bu hayattan, başka bir hayata alan şarkıcı. kendisi gibi güzel şarkıların sahibesi.

ilk ramazan saldırısı gerçekleşti

ramazandan çok önce, haberlerde gördüğümüz kadarıyla, samsun ve adana'da yaşanan olaylar sebebiyle kendilerine kupon basmış, bir ihtimal erzurum olabilir diye onuda eklemiştim. beklemediğimiz bir saldırı oldu. ihtimaller dahilinde miydi? evet ama haberlere kandık, oranı düşük yerlere verip kazanç sağlamak istedik, yattık. başka ramazanlara...

eudaimonia

aristoteles'in kendi felsefesinde yer alan bir sözcük. yunanca olan bu sözcük, bazen "mutluluk" bazen "serpilme" ya da "başarı" anlamında kullanılıyor. eudaimonia, kakaolu bir dondurma yediğinizde ya da tuttuğunuz futbol takımı en önemli maçını kazandığında hissettiğiniz, tattığınız hoş hislerden daha fazlasıdır. gelip geçici mutluluk anları ya da kendinizi nasıl hissettiğinizle ilgili değildir. bundan daha nesnel bir duygudur. aristoteles'e göre hakkında bilmediğimiz şeylerin, hatta ve hatta ölümümüzden sonraki olayların bile, eudaimoniamıza katkıda bulunabileceğine inanıyordu. mesela bir ebevetn olduğunuzu düşünün ve mutluluğunuz kısmen çocuğunuzun geleceği için beslediğiniz umutlara dayansın. çocuğunuz sizin ölümüzünden sonra ciddi bir hastalığa yakalanırsa, eudaimonianız bundan etkilenecektir. hatta siz hayatta olmasanız bile çocuğunuzun hastalığından haberdar olmasanız bile yaşamınız kötüye gitmiş olacaktır. özetle, kontrolünüz ve bilginiz dışındaki olaylar mutluluğunuzu etkilemektedir. eudaimonia tam olarak budur.

aristoteles

"bir bulutla kış olmaz, bir çiçekle yaz gelmez."

aristoteles'in pek fazla ünlü olmayan sözü. çok edebi bir derin anlamı olduğundan, sözü genellikle william shakespeare yazmış gibi geliyor insana, normal. bu söz ile aslında kastedilen şey: nasıl açan bir çiçek ya da bir sıcak gün kış aylarının artık bittiğini, yazın geldiğini kanıtlayamazsa, size haz veren bir kaç anınızın ardından da hakiki mutluluğu bulduğunuzu söyleyemezsiniz. aristoteles'e göre hakiki, gerçek mutluluk kısa süreli bir haz değildir.

çoğu insan dünyanın en mutlu kesiminin çocuklar olduğunu söyler. öyle değil midir gerçekten? hayatın acılarını tatmamış olan çocuklar, elbette dünyanın en mutlu kesimidir. ama aristoteles'e göre, şaşırtıcı bir şekilde böyle değildir. ona göre, çocuklar yaşamlarına daha yeni başlamışlardır ve bu yüzden herhangi anlamda eksiksiz bir yaşam sahip değillerdir. aristoteles hakiki mutluluğun daha uzun bir yaşam gerektirdiği yönünde düşünmektedir.

aristoteles, platon'la birlikte çalışıp, büyük iskender'e hocalık yaptıktan sonra atina'da lykeion adı verilen okulunu kurdu. o dönemler en ün sahibi olan okulların arasındaydı. modern üniversitelere oldukça benzer bir sisteme sahipti. aristoteles'in talimatıyla dışarı ülkelere araştırmacılar oralardan kendilerine bilgiler buluyor, bunları not edip okula geri dönüyordu. muazzam bir kütüphaneye sahipti.

kısa bir not olarak şunu ekleyeyim: raffaelo tarafından ünlü bir atina okulu tablosu vardır. platon,formlar dünyasına doğru yukarıyı işaret ederken, aristoteles tam tersi olarak elini önündeki dünyaya uzatır.

felsefesinin en büyük sorusu "nasıl yaşamalıyız"dı. cevabı "mutluluğu arayın" olan aristoteles, bunu bir kaç farklı argümana bağlıyor.

(bkz: eudaimonia)

yararlandığım kaynak: nigel warburton - felsefenin kısa tarihi

epikuros

eski yunan filozofu. ölüm korkusunun zaman kaybı olduğu üzerinde düşünmüş ve yanlış bir mantığa dayandırılarak insanların kendi hayatlarını bir hiç uğruna mahvettiğini savunmuştur. ona göre bu aşılması gereken bir ruh haliydi. gelin sağlıklı düşünelim. ölüm hiç de korkulacak bir şey değildir. neden korkalım ki? düşüncelerimizi doğru olarak yönlendirirsek, burada şuan geçirdiğiniz zamandan daha çok keyif alırsınız ki epikuros için bu son derece önemli bir noktaydı. kendisine göre felsefenin amacı, daha iyi bir hayata sahip olmak ve mutluluğa ulaşmaktı. aristoteles'in düşündüğü gibi. aristoteles'te felsefenin amacının mutluluğa ulaşmak olduğunu savunuyordu. bazı kişiler kendi ölümleri üzerine düşmenin korkunç olduğuna inanır ancak bu, yaşamayı daha yoğun kılmanın bir yoludur.

epikuros bize hayatın anahtarının, herkesin peşinde olduğu şeyin haz olduğunu fark etmesiyle anlam kazandığını söylemektedir. esasında bundan biraz daha önemlisi olan, mümkün mertebede acıdan kaçınmamızdır. bizi harekete, eyleme geçiren budur. yaşamınızdan acıyı çıkarmak ve mutluluğu artırmak yaşamın kalitesini artırmak demektir. o zaman yapılacak en basit şey; sade bir yaşam tarzı benimsemek, çevrenize karşı nazik olmak ve dostlar edinmekti. bu şekilde arzularınızın çoğunu tatmin edebilirsiniz. elde edemeyeceğiniz bir şeyi de isteyip durmazsınız. mesela bir araba almak için paranız yoksa, arabayı almak için umutsuz bir dürtü duymanın yararı olmayacağını anlar, belki imkan dahilinde belli çalışma ile arabayı alabilirsiniz. hayatı, ulaşamayacağınız şeyler ile doldurmamanızda fayda var. arzular basitse, onları tatmin etmek kolaylaşacağından, ilgilendiğiniz şeylerden keyif almak için zamanınız ve enerjiniz olur. bu da epikuros'un mutluluk tarifidir.

basit arzular + kolay elde edilebilen tatmin = hayattan keyif almak + bol enerji, zaman

epikuros bu felsefeyi oluştururken tek bir soru çevresinde odaklanmıştı: ölümden neden korkmalıyız? buna birçok cevap vermiş, bunlardan ilki onu deneyimleyemeyecek olmamızdır. çok kolay bir mantık ile ölüm gerçekleştiğinde, siz orada olamayacaksınız. çok sevdiğim, yirminci yüzyıl filozoflarından ludwig wittgenstein,tractatus logico-philosophicus adlı eserinde bu görüşü, "ölüm hayattaki bir olay değildir" diye yazmıştır. deneyimimiz dışında olması, bilincinde olabileceğimiz ve bir şekilde yaşayabileceğimiz bir şey değildir.

epikuros, ölümümüzü hayal ettiğimizde, ölmüş olan bedenimize ne olursa olsun hissetmeye devam edecek bir parçamızın geride kalacağını düşünerek bir hata yaptığımız söyler. başta bahsettiğim hata buydu. biz insanoğlu, belirli bir bedene, et ve kemiğe bağlıyız. epikuros atomlardan (ki her ne kadar modern bilimin söylediği atom kavramında bir parça farklı olsa da) oluştuğumuzu söylemektedir. atomlar ölümle birlikte bedenlerdan ayrıldığında, artık bir bilince sahip bireyler olarak var olamayız. varsayımla, birisi bu parçaları daha sonra titizlikle bir araya getirebilirse, yeniden yapılmış bu bedene bir hayat üflerse, o siz olmazdınız. acıları hissetmezdiniz, özdeşlik zinciri kırılmış olurdu.

epikuros'un diğer bir düşüncesi ise, gelecek hakkında hissettiklerimizle geçmiş hakkında hissettiklerimiz arasındaki farktı. biz bu iki zamandan sadece ve sadece tek birini önemsiyoruz. doğumunuzdan önceki zamanı düşünün, var olmadığınız dönemi. annenizin karnında geçirdiğiniz o günleri, haftaları, hatta anne-babanız için sadece bir ihtimal dahilinde olduğunuz gebelik öncesi zamanı, hatta ve hatta dünyaya gelmediğiniz o yılları düşünün... bunlar hakkında bir endişeniz oldu mu? niye biri var olmadığı o zamanları önemsesin ki? aynı şey ölümden sonrası içinde olmalı. o zaman ölümden sonraki dönemle endişelenmeye gerek yoktur. ama epikuros'a göre düşüncelerimiz asimetriktir. aynı şekilde bağ kurup düşünemiyoruz.

epikuros'un mezar taşına kazıttığı yazıyı size özet olarak vereyim:

ben varsam, ölüm yok;
ölüm varsa, ben yokum.

yararlandığım kaynak: nigel warburton - felsefenin kısa tarihi

pyrrhon

antik yunanistan'da yaşamış, gelmiş geçmiş en ünlü ve abartıya kaçacak belki ama en uç şekilde şüpheciliği yaşayan filozof.

hiç kimse bir şey bilemez, hatta bunun bile kesinliğinden bahsedemeyiz. doğru olduğuna inandığınız şeylere kesinlikle güvenemezsiniz. çünkü yanılıyor ihtimaliniz her zaman var. bildiğiniz her şey sorgulanabilir, her şeyden mutlak şüphe edebilirsiniz. bu nedenle yapılabilecek en iyi şey, açık fikirli olmak. eğer birey kendisini bir düşünceye adarsa, hayal kırıklığına ulaşması muhtemeldir.

pyrrhon'un hayatı oldukça sıradışıdır. hayatı ile anlatılanlara inanırsak, kendisinin bir deli olduğunu bile söyleyebiliriz. şüpheciliği olağanüstü şekilde yaşadı. onu koruyacak arkadaşları olmasaydı etrafında, yeryüzünde geçirdiği zaman oldukça kısa olurdu.

pyrrhon hayata şöyle yaklaşmaktaydı: duyularımıza tamamen güvenemeyiz çünkü bizi çoğunlukla aldatırlar. örneğin karanlıkta etrafta gördüğünüz bir şey, bir cisim hakkında oldukça kolayca yanılabilirsiniz. size karanlıkta tilki gibi gelen bir şey aslında çok basit, bir kedi olabilir. yolda yürürken birinini size seslendiğini duyabilirsiniz ama bu ağaçların yapraklarının çıkardığı bir hışırtı olabilir. duyularımız bizi sık aldattığı için, onlara asla güven olmayacağını düşünür pyrrhon.

pyrrhon, çoğu kişinin uçurumun kıyısındayken yürümeye devam etmeyi aptallık saymasını aptallık sayar. duyuları onu aldattığını düşündüğü için, ayaklarının uçurumun kenarında kıvrıldığını ya da öne doğru devrildiğini hissetse bile aşağıdaki kayalara düşeceğine ikna olmaz. hatta ve hatta kayalara düşmenin sağlığına zarar vereceği bile onun için kesin değildir. mutlak olarak bundan nasıl emin olabiliriz ki?

canımızı yakmayı istemesinden emin değilsek vahşi bir köpekten korkmanın ne anlamı var? caddeden karşıya geçerken hızla akan trafik kimin umrunda? akrabalar size çarpmayabilir. bundan emin olamayız.

pyrrhon'un bu kadar aşırı, radikal şüpheciliği yaşamasının temelinde hindistan'a gitmesine bağlıyorum. muhtemelen sıradışı yaşamının ilham kaynağı burasıdır. çünkü hindistan, kendisini aşırı, neredeyse mümkün olmayacak fiziksel zorluklara tabi tutan ruhani hocaların, guruların yaşadığı yerdi. ve mükemmel bir mistik geleneğe sahipler. pyrrhon'un felsefesine yaklaşımı zaten bu mistikliğe yakın bir yaklaşım.

pyrrhon felsefesini, mutlu olmak isteyen herkesin sorması gereken üç soru biçiminde düzgünce özetlemişti:

nesnelerin gerçek yapısı nedir?
nesneler karşısında duruşumuz ne olmalıdır?
nesneler karşısında doğru bir duruştan ne kazanırız?

kendisinin verdiği cevaplar kolay cevaplardı. ilk soruya cevabı dünyanın neye benzediğinin kesinlikle bilinemeyeceğiydi. hiç kimse gerçekliğin doğasını bilemez. bu yüzden bu sorunun geçerliliğini yitirdiğine şahit oluyoruz. ikincisi ilk cevabın sonucu olarak, kendimizi hiçbir görüşe teslim edemeyiz. tüm yargılar askıda kalmalı, hayatımızı yargıdan kaçınarak yaşamalıyız. sahip olunan arzular, bir şeyin diğerinden daha iyi olduğuna inandığımızı gösterir. istediğimizi elde edemediğimizde mutsuz oluruz. ama pyrrhon'a göre bir şeyin diğerinden daha iyi olduğu kanısına varamayız. ve mutlu olmak için, kendimizi arzularımızdan kurtarmamız ve işlerin asıl sonuçlanacağıyla ilgilenmememiz gerekir. doğru yaşamanın durumu budur. üçüncü soru ise bu öğretiyi benimsersek şöyle olacaktır: başta, herhangi bir şey hakkında muhtemelen ne diyeceğimizi bilemeyeceğimiz için, sessiz kalırız. kalmalıyız.

pyrrhon tüm endişelerden özgür olmayı tavsiye etse de çoğumuz bunu başaramayız. ortak kaygılarımızdan biri de öleceğimiz gerçeğidir. bir başka yunan filozofu epikuros bu konuyu nasıl kabullenebileceğimizle ilgili bazı zekice önerilerde bulunmuştur.

yararlandığım kaynak: nigel warburton - felsefenin kısa tarihi

evrensel ahlak yasası

mümkün olmayan yasadır.

felsefe tarihi içerisinde evrensel ahlak yasalarının var olduğunu kabul etmiş filozofları iki yol ayrımına ayırabiliriz. bunlardan ilki evrensel ahlak yasalarını subjektif özelliklerin belirlediği diğeri ise evrensel ahlak yasalarını objektif özelliklerin belirlediği yönünde iki yoldur. ilk kısımda bentham, bergson gibi filozoflar yer alırken ikinci kısımda sokrates, platon, spinoza gibi filozoflar örnek alınabilir.

her iki yol ayrımına yazdığım -ve yazmadığım- filozoflara göre evrensel bir ahlak yasası vardır; ancak bu yasa tanrıdan ya da a priori bir takım değerlerden kaynaklı bir yasa değildir. varlığını bizlerden yani insanlardan, onun subjektif yaşamından alır ve karşısına eylemlerini belirleyen bir biçimde çıkar.

spinoza ahlak kavramını panteist bakış açısı ile ele alır. yani tanrıyla doğayı bir görüp, doğanın bir parçası olan insanı da doğa yasasına uymakla zorunlu tutar. doğa için iyi olan, düşüncesine göre, ahlaki olarak iyi, kötü olan da keza kötüdür. böylece kaynak olarak yani diğer bir deyişe baz olarak doğayı alarak ahlak anlayışını objektif bir temele oturtmaktadır. yine objektif düşünenlerden sokrates'e göreyse; ahlaksal eylemlerin amacı mutluluktur. sokrates öğrencisi aristo'nun temel aldığı mutluluk arayışına dair bir çok atıflarda bulunmuştur zaten. bunlardan birisini ahlaka ayırmıştır. insanın eylemlerini belirleyen ve kaynağı insan olmayan temel normlar, değerler vardır ve bunlara da ancak bilgi yoluyla ulaşılabilir. mutluluğa bilgi ile ulaşılabildiği çıkmaktadır buradan. kant ise ahlaklı olmayı eylemin ödev duygusuyla yapılmış olmasına bağlar ve ona göre ahlaksal eylemin nedeni mutluluk olamaz. aynı safhada yer almalarına rağmen bir görüş ayrılığı burada patlak vermektedir. eylemin gerisindeki ilke sonucundan daha önemlidir. bu filozofların tam aksine bentham'a göre ise hayatta değerli olan şey hazdır ve insan kendisi ve çevresindeki insanlar en fazla nasıl mutlu olacaksa o şekilde hareket etmeli ve herkes için fayda olan yasa olarak kabul edilmelidir. yani evrensel bir ahlak yasasını kabul eder ama bunu subjektif bir temele dayandırır. hem bu yasa kişiye haz verecek hem de haz verdiği kişiden bağımsız olarak, onu temel almadan, herkes için fayda sağlayacak yasalar olacak bunlar.

bu iki yol ayrımına karşı olarak böyle bir ahlak yasasının mevcut olmadığından bahseden hedonizm, anarşizm, pragmatizm, nihilizm ve egoizm gibi daha çok bireyci yaklaşımlar da vardır. nihilist nietzche'ye göre toplum seçkinler ve halk diye iki ayrı sınıftan, kısımdan oluşur ve gücün sahibi olan seçkinlerin standart ahlaki değerlere uymaya çalışması acizliklerinden başka bir şey olarak nitelendirilemezdi. zaten ayrımı bunun üzerine inşa etmektedir. egoist anarşist olan stirner'e göre ise tanrı, devlet, ahlak kuralları ve toplumu dikkate almadan istediği gibi davranması gereken bireeyin, toplum üyelerine karşı bir sorumluluğu söz konusu olmadığı, böyle bir sorumluluğundan bahsedilemeyeceğiydi. varoluşçu sartre'a göre de insanın varoluşu, onun özünden önce gelir çünkü özünü kendi yaratabilme özelliğine sahiptir. onun için yapılması gereken devletin baskısından kurtulmak, toplumun değer yargılarından soyutlanmak ve tüm baskılardan kurtularak birey olabilmektir.

bu kadar fazla düşünüre göre naçizane kendi düşüncemi sonda vermek istedim. ben ortak bir evrensel yasadan bahsedilemeyeceğini düşünmekteyim. yani en başta ayırdığım iki yola da girmiyorum. düşüncelerimin çıkışını ise empati kurmak ile yapıyorum, temelini ise nihilizm felsefesinden alıyorum. bana yapılmasını istemediğim bir şeyi başkasına yapmama durumuna empati denmekte. pek tabii karşı taraftan bana yapılmasını istemediğim yani bundan hoşnut olmadığım bir şeyden başkaları zevk alabilir ve hatta kendisine ısrarla bunun yapılması yönünde hareketlerde bulunabilir. aynısı tam tersi durum içinde pek tabii geçerlidir. bunun dışında yaşanılan toplumun değer yargıları çoğunlukla bireylerin de değer yargıları olabildiğinden farklı toplumlarda haliyle farklı bakış açıları olacak ve ahlak kavramı farklılık gösterecektir. örneğin doğal şartlarından dolayı etnosentrik görüşü benimseyen eskimolar yaşlılarını ölmeleri için soğuğa bırakırlarmış ya da ayılara yemek olmalarını sağlarlarmış. yaşlıya saygının en önemli ahlaki değerlerden biri olduğu kültürümüzde bu durum ne kadar korkunç da görünse eskimoların yaşam standartlarında, güçlü olanın hayatta kalabilmesi için mecburi bir durum olarak kabul görmüş. eskimoları geçelim günümüzden örnekler bile verilebilir en basitinden. zenci kadın poposu, bilmem ne kadının frikiği, "kezban" terimi, izmirli erkekler gibi konular, sevgilisinin bikini giymesine ses çıkarmayan erkek, mini etek giymesine karışmayan erkek gibi konular kuzey avrupalı bir insan tarafından anlaşılmayabilir ki anlaşılmayacaktır. işbu basite indirdiğim düşüncelerimle ben evrensel bir ahlak yasasının olmadığı yönündeyim.