bugün

entry'ler (31)

litra

sana yollar yolladım, dön diye litra
saklı bir koru gibi sevdim seni litra
bir nehir yaptım da kıyına da oturdum litra

özlemek

insanın ağzında acı bir tat bırakan his. yorgun bir günün ardından, tertemiz bir uyku çekerim umuduyla uzanılan yatakta, tüm ağırlığıyla tavana bakıp sabahı edebilecek kadar ağır bir his. uykusuz bir sabaha gebe sancılı bir gece. sancılı bir geceye gebe uykusuz bir sabah...

behçet necatigil

sana bunları neden anlatmadım, bilmiyorum.
belki herkes kendi telaşına düştü,
belki sen yoktun,
belki bu mektup hiç yazılmadı.
belki de bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından,
hiç uyanmak istemiyor uykusundan.

senin için

dipten ve derinden, usul usul bünyeyi saran bir sancı gibi.

https://youtu.be/12gcq8zWdd8

her şey siyaha giderken

her gece kıyısında yürüdüğüm, gecesi kapkara bir deniz. hidayetin cesaret edip, benim anca düşlediğim bir hikaye. uzaktaki belli belirsiz ışığa ulaşamadan kendini karanlığın içine salma umudu, her şey siyaha giderken. yoldan çıkmışların karanlık dehlizlere dalarken kulağında yankılanan ninni.

işte ben bugün,
hiç kimsenin bilmediği harflerden
dünyalar kuruyorum,
ama önce adını buluyorum.

ot bitmeyen yerleri ıslah ettim
kendin ol diye
fırtınada kıyıdan açıldım,
gizlice.

en çok seni

geceyi yırtan histeri krizi gibi, ağır parça. doğmak bilmeyen güneşe ağır bir küfür! sessiz, karanlık, kimsesiz bir odada duvarlara dinletilen; insülinden, düşmüş parça.

ne yemek var, ne uyku
sadece kemiren kuşku
kaybettim, tamam kabul
kafam batı, yüreğim doğu

dahi çocukları düşlerinden vururlar

şili’nin, istanbul’un, gezi’nin yitip gitmiş çocuklarına okyanus yüzlü bir kumsalda yakılmış ağıt. gerçi o çocuklar düştü saatten aşağıya, yitip gittiler coğrafya aşımından. kaldık biz boynu bükük, kadıköy çarşısında.

dahi çocuklar,
kaçının resmî söylemlerden
kibir üşütür ve soğutur insanı haziranda.

tek kişiyim ben hala

lise sıralarında orta atlasla dost olmamıza vesile, koca denizde bir kum tanesi. adını bilmediğimiz ülkeleri özleten kesmeşeker parçası. şimdilerde olmayan her şeye yakılan ağıt. gerçi her şey güzelmiş sonunda, hatta bozgunlar bile…

aradım seni, savaş meydanında
sonrası eve dönüş
ki yalnızlık dahildir içine.

yanıyor tüm gençliğim

ergenlik zamanlarında babadan yenen tokat gibi. tut beni düşmedenden, düşmüş parça.

mesai bitti, şimdi paydos baba
hava soğuk, her gün pazartesi bana
yabancı yüzler dolu tüm caddeler
olmuyor baba, gitmiyor bir şeyler

yaşam

hiçbir yere varmıyor bu.

uyuyorum, uyanıyorum, kahve içiyorum, insanlarla görüşüyorum, susuyorum, kapanıyorum, yola çıkıyorum, kitap okuyorum, birilerini özlüyorum... yetmeyen bir şeyler var, hani aldığın nefesin ağızda acı bir tat bırakması gibi. halbuki su içsek geçecek ama birinin buna ikna etmesini beklemek gibi.

yaşamak, tuhaf bir bekleme hali.

son zamanlardaki en büyük değişikliğim; uyuduğum, uyandığım, yemek yediğim, film izlediğim koltuğumdan kalkıp masada oturmaya başlamak. kahveyi ve alkolü azalttım. uyumak için halen bir şeylere ihtiyaç duyuyor olsam da yorgun debelenişlerin ardından kavuşuyorum karanlığa. aydınlık bir tünelden geçip bir karanlık bir yola girmek gibi bu. bazen irkiliyorum mesela kabuslardan. onlar da karanlığın ortasında tatlı tatlı giderken uzunlarını yakıp üstümüze üstümüze gelen arabalar. sonrası yine karanlık. bazen güzel rüyalar da oluyor. dün mesela, annemi gördüm. balkondayız, karşılıklı ama konuşmuyoruz. sanki konuşsak birimizin canı yanacakmış gibi bir an. kimse üzülmesin diyoruz, susuyoruz. sonrası, yine aydınlık bir tünel.

yaşamak, pencerenin dışındaki o güzel ağaç.

sabahları uyanıyorum, işlerimi hallediyorum. hiçbir işim yoksa önce biraz müzik dinliyorum, kahve içiyorum, zamanı öldürüyorum. evden çıkmayacak olsam da üstümü değiştiriyorum. çünkü meşguliyetlerimi ciddiye almam gerektiğini düşünüyorum. gerçi elle tutulacak şeyler değil ama terketmesinler istiyorum, zira tutunuyorum. bir insan ne kadar uzak olursa, o kadar uzağım bir şeylere. giyiyorum pantolonumu, oturuyorum masama mesaisindeki memur gibi. kimsenin bilmeyeceği çeviriler yapıyorum. insanları tanıyorum, şairleri düşünüyorum. bir şairin yüzünü düşünmenin gereksizliğini düşünüyorum. önce biraz bakıyorum, kimse çevirmemiş. güzel diyorum, benden başkası bilmeyecekmiş gibi. küçük küçük notlar alıyorum. bazen kelimeler, bazen uzunca cümleler. ömrümde ilk kez tükenmez bir kalem tükeniyor elimde. kendimce kelime mizahı yapıyorum, sırıtıyorum ince ince. sonra biri çıkıyor karşıma; anası babası ırgat, kendi çirkin, ucube. öfkeli bir yalnız. şöyle bir cümle çıkıyor ortaya;

iştahım azalıyor,
yüzünü güçlükle tanıyorum.

aynaya bakmak geliyor içimden. kafamı kaldırıyorum, önümde hiçbir yere bakmayan pencerem, akşam olmuş. perdesizliğinden utanıyor mu diyorum, kendimle göz göze geliyorum. yorulmuşum, gözlerim küçülmüş. biraz şarabım olsa güzel olurdu diyorum, en güzelinden, leyla. ama gerek yok. annem kızıyor çok içince. çok içtiğim zamanlarda rüyama bile gelmiyor.

gündüz, uzaklarda bir yerlerde bir ağaç vardı sanki. ince bir esinti olup, yapraklarını okşamak istediğim. şimdi yok. anca çok uzakta, belli belirsiz birkaç ışık.

yaşamak, hep uzaktaki o ışık.

varmaya niyetlenip kendimi yola vuracak gibi olsam da dur diyorum, dur. sen varsan da o ışık başkasının. işte, yine parlıyor. sabah yakın, ışık uzak.

iştahım azalıyor,
gittiğim yerleri bulamıyorum.

oruç aruoba

ne beklediğini bilerek - ama beklemeden -
yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün,
hiçbir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini
bilerek...

yaşamın bir bekleme olacak - ama
beklemeden yaşayacaksın.

-de ki işte

paul celan

celan okuyan birini hiçbir şair kandıramaz ve hiçbir şaire intihar yakışmaz onun kadar. ki zaten şairin yaşamı her zaman durgun akan bir nehrin dibine yazgılıdır. kalbinin, birikmiş duygulardan yosun tutması da bundan.

bu dünyadan böyle bir adam geçti. kendini sen nehrine bıraktı, gitti...

güz kendi yaprağını yiyor elimden: biz iki dostuz.
zamanı ceviz kabuklarından ayıklayıp yürümeyi öğretiyoruz ona:
zamansa dönüyor kabuğuna.

aynada pazar,
düşte uyunan uyku,
ağızsa gerçeği söylemede.

georg trakl

bir savaşın ortasında, yaralılar için yeterince ilaç stoğu kalmayınca elinden hiçbir şey gelmeyeceğini anlamış, önce ağır bir sinir krizi geçirmiş, akabinde yüksek dozda tıbbi uyuşturucu kullanarak intihar etmiş alman şair.

birileri için elinden hiçbir şey gelmediğini anladığında kaçıp, kaybolup gitmek de bir çeşit intihar değil midir zaten? yok olmak için illa ki bedenin toprağa karışması mı gerek? halbuki ruhumuz, toprakla kardeş. aslında zaten yokuz ya da olmamışız. yarım bırakılmış bir hikaye, belki de sadece bir niyetiz yaşam karşısında.

bir nefesin gölgesinden doğma bizler
dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
körler gibi kulak kabartmışız, içinde
fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
hedefi olmayan yolcularız bizler,
bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz...

(bkz: geceye şarkı)

oruç aruoba

ileri derecede rilke takıntısı olduğunu farkettiğim büyük felsefeci, şair. hayatım boyunca okuduğum en iyi rilke çevirisi de kendisinin. yol üstü uğradığım bir anadolu kasabasında bulunan basit bir sahafta rilke'nin sancaktarını bulmak mutlu etmişken, o kitabın oruç aruoba çevirisi olması anı keyifli bir mucizeye dönüştürmüştü.

haiku tarzı şiirin türkiye'deki nadir örneklerini vermiştir. her ne kadar ülkedeki şiir akımlarında haiku esintileri görülse de onlar sadece esintidir, haiku değil. aslında esinti demek bu yazın türüne hakaret bile sayılabilir, bilemiyorum.

(bkz: ne ki hiç)

yürü öylece
çıkmaz yollara girip,
çıkma bir daha.

kitabın son sayfasında haiku'ya dair şöyle bir not düşmüş; 'haiku, okurundan önce yazarını şaşırtmıyorsa, yazmaya da değmez.' varlık yay. 1999, sf 139.

kitaptaki 183. haiku; (leylamıza)

deniz'in sesi de gelir sana
serinliği de -
kapını açabilsen...

bir de şöyle bir şiir vardı, anmazsam kötü olurum;

7.
dünya bana doğru dönüyor,
ama kimseyi yakınıma getirmiyor —
sadece güneşi alıp uzağıma götürüyor.

8.
kim çizdi ufuktaki o kalın çizgiyi?

litra

kadıköy hatırası, keskin parça.

seni büyükşehir gibi seviyorum unutma litra
bir haziran yaprağı düşüyor odama yavaşça
dönüyorum iki kere şu garip dünyada
yarına kavuşmak var şu yönsüz zamanda litra

izin vermedi yalnızlık

umudunu ölüm döşeğine yatırmışların kulaklarına fısıldanan son cümleler gibi bir albüm.

hatırnazdır, hal hatır sorar incitmeden önce. ince bir nakış gibi işler kederi bünyeye, anlamazsın. deniz gibi, deniz dibindeki kayalıklar gibi. bizi acıtan ama suyu acıtmayan bir keskinlik gibi.

sadi şirazi

ey aşk! ateştir senin nesebin..
niteliğin dumandır kaynağın ise rüzgar
su tufana dönüştü toprak da küle
senin kokunla ateş rüzgara karıştı
şirin’siz her saray bisütûn gibi viranedir
ferhat’sız her dağ bir saman çöpüdür rüzgarda
yedi nesil öteye tüm atalarımız gâmdı
bize miras kalan hep sonsuz keder oldu
rüzgar esince toprağımızdan senin kokun geliyor

sadece sen kalacaksın;
biz hepimiz gidince…

yaşam

gerisini getirmek zor. yalnız bir rahimden yanlış sözlerle dolu bir dünyaya, üstelik sözün hiçbir karşılığı olmadığını bilerek gelmek. sözleri öğrenmek, hayatın sözlüleri.

yine de yalnız olmak sözsüz olmaktan iyiydi bazen. sessiz geçen bir günün ardından bir köpeğin havlamasından irkilen ben, bir kediyle bir köpeğin dost olabileceğini düşünmezdim. yalnızlığın sınırlarında bir dil bileyiş! oysa her şey burada. babamla yürüdüğüm yol, onunla konuştuğum telefon, annemin ördüğü battaniye, hayalini kurduğumuz yollar...

yine de gecenin sakinliği belli taaruzları barındırır içinde. bir kitap açık, bir radyo kapalı, bir gece lambası içinde sinek; var mıyım diye sormayan rüya, yok muyum diye sormayan ben. okuduğum kitaplar rüzgarlar estirirdi içimde. eskiden... dinlediğim şarkılar daha yüksek seste. şimdi bir şeylerin gürültüsü bastırıyor sanki. duyuyorum yine eski bir alışkanlıkla. okuyorum daha sakin limanlarda. daha mı çok anlıyorum? anlamak?

sokak. yıllar geçse de aynı. en azından kişisel tarihimin kaydı böyle düşmüş. ben aynıyım. değiştim sandım, aynıyım. aynada bile aynıyım. bunu bilen tek insanım. bütün yeryüzündeki tek insan. bütün tekler gibi. seni aramam bundandır. aramak? o da aynı.

sonra kelimeler ağırlaştı kafamda. bazılarını bıraktım, onlar da gidip kalp kırmış. kızamadım çünkü onlar benim havadar çocuklarım. kelimeler benim kalp kırıklıklarım. onları, ölmeye yakın bir insan gibi sevdim.

seni aramam bundandır.
yaşamam bundandır.
yaşamak? o da aynı.

yeditepe istanbul

kaygılarımızın kışının dizisi. bir nevi tarih okuması, sazanların tarihi.

nilgün: ya ben az once evde oturuyordum, çok şükür dedim, çok şükür ferhan var dedim.
ferhan: yani bunu söylemek için mi geldin?
nilgün: değmez mi?
ferhan: ne münasebet. yanında başka bir bahanen olsaydı, mesela manava gidiyor olsaydın bu kadar değerli olmazdı.

ölüm

ah be nail...

sabahın 6'sında uyudum. gecenin huzursuzluğu uyutmadı bir türlü. halbuki bir şişe şarap bitirmişim, mışıl mışıl uyumam lazımdı. 9 gibi uyandım, ne yapacağını bilmeden öyle sağa sola bakındım, baş ucumdaki kitapları karıştırdım, biraz müzik dinledim. sonra telefon çaldı, çok uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaş, zeynel. siverekli, ağa çocuğu zeynel. bir arkadaş grubumuz vardı zamanında, öğrencilik günleri. zeynel ağa çocuğuydu ya, zengindi. ben garibandım. sağolsun her şeyini paylaştı benimle. en değerlisi de soğuk bozkır geceleri, buz tutmuş ankara sokaklarıydı. paramız bittiği zamanlarda tek paket sigarayı paylaştık, yeri geldi gideceğimiz yere yürüdük. çok zaman geçmiş üzerinden. nasıl buldu beni bilmiyorum. tüm geçmişimle, geleceğimle bağımı koparmışken, hatta telefon numaram bile değişmişken. açmadım önce. açmak istemedim. telefon kapanınca hemen bir mesaj, 'uyanınca beni arar mısın?' bekletmeden aradım.

öylesine konuştuk biraz. aynı şehirdeyiz ama aramız uzak. bunu bilmeme rağmen hiç aramadım ben onu, o beni buldu. 'özledim' dedi. 'hep seni anlatıyorum arkadaşlarıma.' yaşamından bahsetti, yaptığı işten, ölen babasından, evleneceğinden, eski arkadaşlardan... 'hep ulaşmaya çalıştım sana' dedi. kolay değil, belki 5 yıldır duymamışız birbirimizin sesini. gece biraz huzursuz, biraz da hüzünlü olunca gözlerim doluverdi o anlatırken. çok şey paylaşmışız; soğuğu, sigarayı, geceyi, garibanlığı... param bittiği zamanlarda karnımı hep onların evinde doyurdum. onun ve nail'in.

'nail' dedi, 'haberin var mı ondan?'. 'yok' dedim. 'uzun zamandır kendimden bile haberim yok.' sahiden de yok. her şey öylesineymiş gibi. 'kaybettik' dedi. şaşırdım, tuhaflaştım, ruhum daraldı. nasıl diye soramadım bile.

çok istiyordu öğretmen olmayı, atanabilmek için deli gibi ders çalışıyordu son senesinde. hiç beklemeden de göreve başladı zaten. kalbi temiz adamdı, ne güzel öğrenciler yetiştirir diyordum hep onun için. siverekte başladı göreve, zeynel'in memleketi. ne kadar zaman kaldı bilmiyorum. sonradan öğrendim, evlenmiş, hatta bir de çocuğu olmuş. uzaktan uzağa sevindim onun adına. kendisine yakışan bir hayat yaşıyor diye düşündüm. hiç aramadım.

'kendini asmış' dedi zeynel. kafam allak bullak oldu. bu hareketi en çok kendimden beklerdim, hiç beklemediğim insanlar yaptı. önce reşat abi astı kendini, sonra nail. ikisine de hiç yakışmadı ama nail çok başkaydı. yüzünü görenin, sesini duyanın içine huzur dolardı sanki. derdimizi çözmek için vardı, hiç elimiz boş göndermedi. ne derdimiz varsa ortak oldu, hep dinledi. hatta içki içmezken paramızın olmadığını bilir, şarabımıza ortak olurdu. bir yudum almışlığını görmedim. istanbula gittiğim, kalacak yer bulamadığım zamanlarda da onu aradım. annesini babasını bir yerlere gönderdi, açtı evinin kapısını bana. hiç olmaz demedi, yok demedi.

ben hiçbir şey sormadım, sadece zeynel anlattı. 'eşinden ayrılmış' dedi, 'evin ortasında kalınca bir iple asmış kendini, sabahına öğretmen arkadaşları bulmuş cesedini' dedi. üzülmekten, kahrolmaktan daha beter bir hal hiçbir şey söyleyememek. 'cumartesi seni görmeye geleceğim' dedi. titrek sesimle gel dedim, ben de özledim.

ölüm, karşısında hiçbir şey söyleyemediğimiz bir gerçek. nail ne düşünüp böyle bir şeye kalkıştı, bilmiyorum. kötü bir hayat yaşıyordu belki. belki de bildiği bazı şeyler fazla ağır geldi. bildiğim şey, talihine ve tabiatına boyun eğmedi. tanrıyı beklemedi, kendi gitti yanına.

ah nail, temiz yüzlü kardeşim. bu, adını son kez anışımdır.
yakındır görüşmemiz,
hoşçakal.

görsel