bugün

entry'ler (388)

sözlük yazarlarının son okuduğu gazete

olmayan gazete.

bu ülkede gazete okumak mı? akşam içip içip kendi kendime kağıtlar dolusu haber sallasam kafamdan, sabah da ayık kafayla kalkıp o yazdıklarımı okusam, sanırım daha gerçekçi bulurum. ayrıca param da cebimde kalır.

bir tarafta sabah, yeni şafak, star, -ve daha aklınıza gelen tüm tayyip erdoğan yayıncılık- gibi gözleri kapalı bir şekilde taraf yayın yapan, bir gramlık zekaya sahip ayaktakımlarını bir de güzel inandıran, inandırırken de; sizi yanıltıyorlar halkım, biz de yanıltıyoruz ama onlar da yanıltıyor, diyerek yanıltan. insanları bir güzel hipnotize eden, çalıyorlar ama sallayın halk bakın daha önemli şeyler var diyen gazeteler.

diğer tarafta sözcü, cumhuriyet, karşı gibi ülkenin bir yarısına laf anlatan, işin üzücü tarafı o yarısını zeki gören, ve o yarının kendini zeki görmesini sağlayan gazeteler. öyle acımasızca taraf olurlar ki, para için tiraj için sözde gerçek haber için bulduğu her boku millete kakalarlar. azgın muhalif millet de atlar her şeye.

diğer tarafta da zaman, taraf gibi gazeteler 20 yıl birlikte siktikleri ülkede kendilerine karşı olan ilk hamlede çizgisini değiştiren, bir hafta önce yaptığı haberi bir sonraki hafta yalanlayan saçmalıklar.

yok kardeşim, bu ülkede sakız fallarını bile okumam ben.

sözlük yazarlarının blog sayfaları

uludağ sözlük yazarlarının blog adresleridir.

http://sahmalt.blogspot.com.tr/

komadan sonraki ilk nefes

hayatın yeniden başladığı bir an.

ayrıca bir yazım;

zamanında birini sevmiştim, zamanın sonsuzluğuna o zaman inanmaya başladım. elinin değmediği tenimde attı kalbim uzun bir süre. insanın kalbi canının acıdığı yerde atar nasıl olsa. sonsuz zamanlarda attı kalbim, dudaklarımda attı ellerimde attı. sadece yüreğimden gelmedi o patlamak isteyen kalbin sesi. kaburgama her vuruşunda acıtan o kalp, ellerimi acıttı. onun her gülüşü, kalbimin her atışıydı. kalbimin her atışı, acıydı benim için.

zamanla geçer deyip, eyerini attığım yelkovanın üstüne binip zamanda yolculuğa çıktım. ilk önce onu ilk gördüğüm yere gittim, eski demir bir kapının paslı koluna yaslanmış vaziyette sigara içerken, dolunayın aydınlattığı ve sokağın sarı ışıklarıyla birlikte yetersiz bir şekilde ışık tuttuğu kapı önünde karanlığı izlerken birden gelip karşıma çıktı. yanında iki arkadaşıyla birlikte, beyaz tenini süsleyen açık buğday, beline değmek üzere olan saçlarıyla ve tıpkı saçları gibi renk ve güzellikte olan gözleri önümden geçip içeri doğru girdi. kalbimin bütün vücudumda attığını hissettiğim o anlarda en ufak bir göz teması bile beni öldürebilir, yere serebilirdi. elimdeki sigaradan uzun bir soluk alıp gökyüzüne baktım. ışığın yetersizliğiyle beliren yıldızlar o gece sanki birbirleriyle anlaşmışlar gibi bana onun yüzünü betimliyor, sanki simsiyah bir tuvalin üstüne onun eşsiz yüzünü çiziyorlardı. samanyolu o, evren oydu o an benim için. sigarayla birlikte yandım ve bittim. ne kadar şanslı olduğunun farkında olmayan demir kapının öteki tarafındaki binanın önünden yavaş yavaş, gözüm kapıda uzaklaştım. sanırım o gece paslı demir kapının kolu bir kez daha dönse ve içeriden o çıksa gözlerimi kaybedebilirdim, çünkü o sıra dolunayın parlaklığını, ışığını ondan almasına bağlıyordum.

uzaklaştım, kapının önde bekleyen yelkovanımın üstüne atlayıp zamanda, karanlığımda ilerlemeye devam ettim. o günün sabahına; okulun ilk arasında, bahçede onu ilk defa aydınlıkta gördüğüm ve gözlerime ilk baktığı lahzaya eriştim. gece toplanan bulutlar hafif bir yağmur bırakmıştı, bu nedenle yerler çok az ıslaktı. okulum dağ eteğindeydi ve dağ, kışın ortalarının verdiği gazla soğuğu üstümüze üflüyordu. ben üstüme giydiğim kazağın ve çenemi yapıştırdığım boynuma sıkı sıkı sarılmış olan kaşkolumun üstünde dudaklarıma sigarayı yapıştırıyordum. cebimden çıkardığım çakmağı -soğuktan ateşin bile donacağını düşünüyordum- sigaramı yakmak için çaktım, ilk denememde başarısız olunca ikinci kez döndürdüm taşı, ateşle birlikte o da geldi. sigarayı tutuşturmak için dudaklarıma kaldırdığım çakmağın çıkardığı ateşin arasından onun güzel yüzünü gördüm. sigaranın ilk dumanını içime çektim. duvarları parçalanmış, pencereleri çıkarılmış ve yangından dolayı içi simsiyah olan bir gecekondu olan "ben"i, o sabah yeni baştan inşa edip sımsıcak bir ev haline çevirenin o olduğunu gördüğümde, sigaradan çektiğim ilk nefesin, komadan sonraki ilk nefesim olduğunu farketim.

bir ona baktım, bir ona. yaklaşık bir dakika sadece onun gözlerine, bana bakmayan gözlerine baktım. kimdi? adı neydi? neyi severdi? kimi severdi? nasıl severdi? ne yapsam beni severdi? başına, saçlarının sadece bir kısmını örten kırmızı yün bir bere giymişti. buğday saçları berenin yanlarından yüzüne iniyor ve narin parmaklarıyla o saçları kaşlarının yanına doğru itiyordu. soğuktan pek fazla olmasa da kızarmış burnunun ucu, her güldüğünde onu daha da tatlı yapıyordu. boynunu soğuktan korumak için ise yün bir şal giymişti. şal kimdi, onu benim kadar soğuktan koruyabilir miydi? üşüse dünyadaki tüm yünleri önüne dökebilirdim, şal bunu yapamazdı. şal sadece onun boynuna sarılırdı. benim sarılamadığım o boynuna sarılırdı. tenini tanımayan ellerim ile sigarayı dudaklarımın arasına götürüp uzun bir nefes çektim.

farkında olmadan, istemsiz bir şekilde gülümseyerek, ona dalgın bakışlar atıyordum. sanki gözlerim yuvalarından çıkmış, onun ayağına tıklayıp bana bakmasını söylemiş gibi, bir kaç dakika sonra gözleri gözlerime değdi. bakışından milyonlarca anlam çıkardığım, sanki o an gözleriyle bana dünyadaki bütün saadeti ateş etti. saadet mermisi kalbimi deldi ancak geçmedi, kalbime karışıp o da atmaya başladı. kalbimin attığını ve sanki ağzımdan çıktığını hissediyordum. bakışından pek memnun olmasa gerek anında gözlerini çekti, o an kafamda binlerce senaryo uydurmuş ve bir kısmını eleyip en son elimde, onun bir şey hissetmediği teorisini bırakmıştım. neden bir olayın üstüne atıldığımızda, olma ihtimalinden çok olmama ihtimalini düşünürüz? neden bardağın boş tarafını görürüz? sanırım benim o an yaptığım bardağın boş tarafını düşünmenin ötesinde, boş tarafı taşa vurup parçalarını bileğime sürtmekti. yürümeye başladı ve önümden geçip sınıfa doğru yol aldı.

yeniden etraf karanlıklaştı ve önüme dört nala yelkovanım yanaştı. üstüne binip tekrar yolculuğa devam ettim. unutan iyileşir diyordu yelkovan, çok karışıyordu oysa ki, onun işi sadece ilerlemekti. ilerledi ve bir cafenin önünde durup inmemi söyledi, indim. işittiğim ilk ses titreşiminin çıktığı yere getirmişti.

g.. kafesinde oturmuş, yanımda çok şey bildiğini ve çok sustuğunu zanneden bir arkadaşımla; siyaset konuşuyordum. susmak bilmemesinin sebebinin acıları olduğunu düşünmeye başlamıştım, yoksa çok gülen ve çok konuşana dikkat etmişimdir hep. yalnızlığı vurma biçimidir. ufak bir siyasi tartışmadan sonra masamızdan kalkıp hesabı ödemek için kasaya giderken, sol çaprazımızda bizden 3 masa uzakta komadan sonraki ilk nefesimin oturduğunu farkettim. içime dolan heyecan yetmezmiş gibi, yanımdakinin o masaya doğru yürüdüğünü farkettim. geceleri onu görmem için erken uyuduğum, rüyalarımın prensesinin yanında oturanın onun arkadaşı olduğunu ve benimkinin onu görmek için masaya yürüdüğünü anladım. elimi sıktı, felç geçirmiş yüzümde boncukla eşdeğer pozisyonda duran gözlerimi onun gözlerine kilitledim. ufak elleri ellerime değdi ve hafif bir şekilde salladı, o an beni böyle gömün diye bağırmak istedim. kokusu burnuma geldiğinde tamam dedim, artık ölebilirim, bu dünyada görülmesi gereken her şeyi gördüm!.. ...yanlarından ayrıldık, ruhum yanlarına oturdu, onun ruhu başını omzuma yasladı ve hala orada oturmaktalar.

yelkovan kapıdan beni tutup üstüne attı ve hızlıca, acımasızca imkansızlığa doğru sürdü. imkansızlaştırmıştım, evet. asla benimle olmayacağına inanmıştım. ve o trene binmiştim ki yanlış trene bindiğinde koridorun tersine yürümenin hiç bir faydası olmadığını biliyordum. başkasına güldüğünü, başkasına dokunduğunu öğrendiğim gün bitmişti her şey. papatyanın bir yaprağıydı onu benden ayıran. imkansızlığın dozlarını bir günde geçirdim tüm damarlarıma. karanlıkların içerisinde dinlediğim her notada sesi geldi kulağıma. yoldan geçen her araba ışığı gözleri gibi çarptı yüzüme. umuttu beni dikenlerin üstünde sürüyen, umuttu duvara daha hızlı çarptıran. her sabah erkenden okula gittim, onu daha fazla görebilme umuduyla soğukta, kalbimin sobasını görebilme umuduyla bekledim. bakmayışına anlamlar yüklediğimi her gördüğümde, gözlerimden nefret ettim. her konuşmasında kulaklarım, her kokusunda burnumdan nefret ettim. onun gelmediği gün yıldan eksik bir gündü benim için. şehir görünmezdi, sis değildi şehri görünmez kılan, onsuzluktu. karanlıkta içe çekilen sigaranın yaydığı ışık gibi yayardı sis bulutunu. şehri gösterirdi bana, şehir o olduğu için güzeldi benim için.

yelkovan yanaştı, ağır adımlarla yürümeye başladı ve konuştu, aşk yaşanmakta olan şeye denmez, asıl aşk, aşk acısı sandığın şeyin ta kendisidir. sen dünyanın tüm güzelliğini tek bir insanda gördün, o bir yanda güzelliği timsali iken, acının da timsali oldu senin için. ilk gördüğün anı hatırlıyor musun? hiç ile her kelimesinin farkı iki harfti o zaman. hiçbir şeyin olmayacaktı o senin, her şeyin oldu. acın oldu, mutluluğun oldu, göz yaşın oldu. çok sevdin, çok sevmenin yan etkisi hiç kavuşamamaktır oysa ki. yürüdü yelkovan, ağır ağır, çamura bata bata şimdiki zaman geldi ve indim, giderken arkasını dönüp; zamanla geçen tek şey zamandır dedi. o kadar karanlıktı ki, dudağıma koyduğum sigaranın ucunu bile göremiyordum. yürüdüm, yürüdüm..

http://sahmalt.blogspot.com

alkolsuz viski

http://sahmalt.blogspot.com adresinden paylaşımlar yapan yazar.

ben bu yazıyı sana yazdım

komadan sonraki ilk nefesime;

zamanında birini sevmiştim, zamanın sonsuzluğuna o zaman inanmaya başladım. elinin değmediği tenimde attı kalbim uzun bir süre. insanın kalbi canının acıdığı yerde atar nasıl olsa. sonsuz zamanlarda attı kalbim, dudaklarımda attı ellerimde attı. sadece yüreğimden gelmedi o patlamak isteyen kalbin sesi. kaburgama her vuruşunda acıtan o kalp, ellerimi acıttı. onun her gülüşü, kalbimin her atışıydı. kalbimin her atışı, acıydı benim için.

zamanla geçer deyip, eyerini attığım yelkovanın üstüne binip zamanda yolculuğa çıktım. ilk önce onu ilk gördüğüm yere gittim, eski demir bir kapının paslı koluna yaslanmış vaziyette sigara içerken, dolunayın aydınlattığı ve sokağın sarı ışıklarıyla birlikte yetersiz bir şekilde ışık tuttuğu kapı önünde karanlığı izlerken birden gelip karşıma çıktı. yanında iki arkadaşıyla birlikte, beyaz tenini süsleyen açık buğday, beline değmek üzere olan saçlarıyla ve tıpkı saçları gibi renk ve güzellikte olan gözleri önümden geçip içeri doğru girdi. kalbimin bütün vücudumda attığını hissettiğim o anlarda en ufak bir göz teması bile beni öldürebilir, yere serebilirdi. elimdeki sigaradan uzun bir soluk alıp gökyüzüne baktım. ışığın yetersizliğiyle beliren yıldızlar o gece sanki birbirleriyle anlaşmışlar gibi bana onun yüzünü betimliyor, sanki simsiyah bir tuvalin üstüne onun eşsiz yüzünü çiziyorlardı. samanyolu o, evren oydu o an benim için. sigarayla birlikte yandım ve bittim. ne kadar şanslı olduğunun farkında olmayan demir kapının öteki tarafındaki binanın önünden yavaş yavaş, gözüm kapıda uzaklaştım. sanırım o gece paslı demir kapının kolu bir kez daha dönse ve içeriden o çıksa gözlerimi kaybedebilirdim, çünkü o sıra dolunayın parlaklığını, ışığını ondan almasına bağlıyordum.

uzaklaştım, kapının önde bekleyen yelkovanımın üstüne atlayıp zamanda, karanlığımda ilerlemeye devam ettim. o günün sabahına; okulun ilk arasında, bahçede onu ilk defa aydınlıkta gördüğüm ve gözlerime ilk baktığı lahzaya eriştim. gece toplanan bulutlar hafif bir yağmur bırakmıştı, bu nedenle yerler çok az ıslaktı. okulum dağ eteğindeydi ve dağ, kışın ortalarının verdiği gazla soğuğu üstümüze üflüyordu. ben üstüme giydiğim kazağın ve çenemi yapıştırdığım boynuma sıkı sıkı sarılmış olan kaşkolumun üstünde dudaklarıma sigarayı yapıştırıyordum. cebimden çıkardığım çakmağı -soğuktan ateşin bile donacağını düşünüyordum- sigaramı yakmak için çaktım, ilk denememde başarısız olunca ikinci kez döndürdüm taşı, ateşle birlikte o da geldi. sigarayı tutuşturmak için dudaklarıma kaldırdığım çakmağın çıkardığı ateşin arasından onun güzel yüzünü gördüm. sigaranın ilk dumanını içime çektim. duvarları parçalanmış, pencereleri çıkarılmış ve yangından dolayı içi simsiyah olan bir gecekondu olan "ben"i, o sabah yeni baştan inşa edip sımsıcak bir ev haline çevirenin o olduğunu gördüğümde, sigaradan çektiğim ilk nefesin, komadan sonraki ilk nefesim olduğunu farketim.

bir ona baktım, bir ona. yaklaşık bir dakika sadece onun gözlerine, bana bakmayan gözlerine baktım. kimdi? adı neydi? neyi severdi? kimi severdi? nasıl severdi? ne yapsam beni severdi? başına, saçlarının sadece bir kısmını örten kırmızı yün bir bere giymişti. buğday saçları berenin yanlarından yüzüne iniyor ve narin parmaklarıyla o saçları kaşlarının yanına doğru itiyordu. soğuktan pek fazla olmasa da kızarmış burnunun ucu, her güldüğünde onu daha da tatlı yapıyordu. boynunu soğuktan korumak için ise yün bir şal giymişti. şal kimdi, onu benim kadar soğuktan koruyabilir miydi? üşüse dünyadaki tüm yünleri önüne dökebilirdim, şal bunu yapamazdı. şal sadece onun boynuna sarılırdı. benim sarılamadığım o boynuna sarılırdı. tenini tanımayan ellerim ile sigarayı dudaklarımın arasına götürüp uzun bir nefes çektim.

farkında olmadan, istemsiz bir şekilde gülümseyerek, ona dalgın bakışlar atıyordum. sanki gözlerim yuvalarından çıkmış, onun ayağına tıklayıp bana bakmasını söylemiş gibi, bir kaç dakika sonra gözleri gözlerime değdi. bakışından milyonlarca anlam çıkardığım, sanki o an gözleriyle bana dünyadaki bütün saadeti ateş etti. saadet mermisi kalbimi deldi ancak geçmedi, kalbime karışıp o da atmaya başladı. kalbimin attığını ve sanki ağzımdan çıktığını hissediyordum. bakışından pek memnun olmasa gerek anında gözlerini çekti, o an kafamda binlerce senaryo uydurmuş ve bir kısmını eleyip en son elimde, onun bir şey hissetmediği teorisini bırakmıştım. neden bir olayın üstüne atıldığımızda, olma ihtimalinden çok olmama ihtimalini düşünürüz? neden bardağın boş tarafını görürüz? sanırım benim o an yaptığım bardağın boş tarafını düşünmenin ötesinde, boş tarafı taşa vurup parçalarını bileğime sürtmekti. yürümeye başladı ve önümden geçip sınıfa doğru yol aldı.

yeniden etraf karanlıklaştı ve önüme dört nala yelkovanım yanaştı. üstüne binip tekrar yolculuğa devam ettim. unutan iyileşir diyordu yelkovan, çok karışıyordu oysa ki, onun işi sadece ilerlemekti. ilerledi ve bir cafenin önünde durup inmemi söyledi, indim. işittiğim ilk ses titreşiminin çıktığı yere getirmişti.

g.. kafesinde oturmuş, yanımda çok şey bildiğini ve çok sustuğunu zanneden bir arkadaşımla; siyaset konuşuyordum. susmak bilmemesinin sebebinin acıları olduğunu düşünmeye başlamıştım, yoksa çok gülen ve çok konuşana dikkat etmişimdir hep. yalnızlığı vurma biçimidir. ufak bir siyasi tartışmadan sonra masamızdan kalkıp hesabı ödemek için kasaya giderken, sol çaprazımızda bizden 3 masa uzakta komadan sonraki ilk nefesimin oturduğunu farkettim. içime dolan heyecan yetmezmiş gibi, yanımdakinin o masaya doğru yürüdüğünü farkettim. geceleri onu görmem için erken uyuduğum, rüyalarımın prensesinin yanında oturanın onun arkadaşı olduğunu ve benimkinin onu görmek için masaya yürüdüğünü anladım. elimi sıktı, felç geçirmiş yüzümde boncukla eşdeğer pozisyonda duran gözlerimi onun gözlerine kilitledim. ufak elleri ellerime değdi ve hafif bir şekilde salladı, o an beni böyle gömün diye bağırmak istedim. kokusu burnuma geldiğinde tamam dedim, artık ölebilirim, bu dünyada görülmesi gereken her şeyi gördüm!.. ...yanlarından ayrıldık, ruhum yanlarına oturdu, onun ruhu başını omzuma yasladı ve hala orada oturmaktalar.

yelkovan kapıdan beni tutup üstüne attı ve hızlıca, acımasızca imkansızlığa doğru sürdü. imkansızlaştırmıştım, evet. asla benimle olmayacağına inanmıştım. ve o trene binmiştim ki yanlış trene bindiğinde koridorun tersine yürümenin hiç bir faydası olmadığını biliyordum. başkasına güldüğünü, başkasına dokunduğunu öğrendiğim gün bitmişti her şey. papatyanın bir yaprağıydı onu benden ayıran. imkansızlığın dozlarını bir günde geçirdim tüm damarlarıma. karanlıkların içerisinde dinlediğim her notada sesi geldi kulağıma. yoldan geçen her araba ışığı gözleri gibi çarptı yüzüme. umuttu beni dikenlerin üstünde sürüyen, umuttu duvara daha hızlı çarptıran. her sabah erkenden okula gittim, onu daha fazla görebilme umuduyla soğukta, kalbimin sobasını görebilme umuduyla bekledim. bakmayışına anlamlar yüklediğimi her gördüğümde, gözlerimden nefret ettim. her konuşmasında kulaklarım, her kokusunda burnumdan nefret ettim. onun gelmediği gün yıldan eksik bir gündü benim için. şehir görünmezdi, sis değildi şehri görünmez kılan, onsuzluktu. karanlıkta içe çekilen sigaranın yaydığı ışık gibi yayardı sis bulutunu. şehri gösterirdi bana, şehir o olduğu için güzeldi benim için.

yelkovan yanaştı, ağır adımlarla yürümeye başladı ve konuştu, aşk yaşanmakta olan şeye denmez, asıl aşk, aşk acısı sandığın şeyin ta kendisidir. sen dünyanın tüm güzelliğini tek bir insanda gördün, o bir yanda güzelliği timsali iken, acının da timsali oldu senin için. ilk gördüğün anı hatırlıyor musun? hiç ile her kelimesinin farkı iki harfti o zaman. hiçbir şeyin olmayacaktı o senin, her şeyin oldu. acın oldu, mutluluğun oldu, göz yaşın oldu. çok sevdin, çok sevmenin yan etkisi hiç kavuşamamaktır oysa ki. yürüdü yelkovan, ağır ağır, çamura bata bata şimdiki zaman geldi ve indim, giderken arkasını dönüp; zamanla geçen tek şey zamandır dedi. o kadar karanlıktı ki, dudağıma koyduğum sigaranın ucunu bile göremiyordum. yürüdüm, yürüdüm..

10 ağustos 2014 tayyip erdoğan balkon konuşması

lan burası bile esmiyor şeklinde olabilir.

ekmeleddin isminin koyulma hikayesi

ekmeleddin isminin nereden geldiğinin hikayesidir.

babam m.akifin sol taşağının berberiydi arkadaşlar, bir gün ekmeleddin beyin annesine sormuş neden ekmeleddin koydun oğlanın ismini diye. ekmeleddin de yanındaymış o sıra küçücük çocukken, anne demiş neden ekmeleddin koydun benim adımı?

annesi demiş;

karnımda beni çok tekmeleddin
o yüzdendir adın ekmeleddin

sonra babam orada hayran kalmış ve bana bu hikayeyi anlattı. gerçek hikaye valla.

erdoğan a oy vermek kendine oy vermektir

öyle bir manzara ki, 3 kukla var elimizde, biz de 3 kuklanın elinde ipi olan kuklalar vaziyetindeyiz, neyse demem şu ki;

türkiye cumhuriyetinin cumhur-u reis'ini belirleyecek seçime 3-4 gün kaldı. üç aday da bir şekilde oy toplama telaşına girmiş durumda. halkın seçeceği ilk cumhurbaşkanını ya 11 ya da 25 ağustosta öğrenmiş olacağız. yazıma tersten başlayıp, bu ülkede resmi olarak yapılan her şeyin gereksizliğiyle lafıma gireceğim.

yıl 1998, ay ocak, gün 16..

... refah partisi kapatılma davası sonuçlanıyor ve refah partisi kapatıldı, nedeni laikliğe karşı hareketler yapması vesaire, pek de önemli değil. 12 eylül darbesinden sonra açılan milli görüşü benimseyen bir partiydi ve bu tarihte kapatıldı. daha doğrusu diğer partiler gibi deri değiştirdi. yerine refah partisi adında bir parti açıldı. recep tayyip erdoğan da o sıra refah partisi ile istanbul büyükşehir belediye başkanlığını yürütüyordu. yani partinin bir mensubuydu kendisi.

yıl 1998, mayıs, 14..

... recai kutan fazilet partisi genel başkanlığına getiriliyor ve fazilet partisinin siyaset hayatı başlamış oluyor. 150 milletvekili de kapatılan refah partisinden fazilet partisine geçiş yapıyor.

1999'un 18 nisanı.

... türkiye genel seçimleri oluyor ve fazilet partisi %15 oy alarak 3. sırada kalıyor. 1995 seçimlerinden birinci çıkan refah partisinin diğer adı olmasına rağmen büyük bir düşüş yaşıyor parti. 4 yılda erbakan ile kazanılan birinciliği kaybediyorlar.

2002'nin 3 kasım'ı..

... recep tayyip erdoğan 2001 yılında kurulan adalet ve kalkınma partisini, istatistikleri altüst ederek %34 oyla liderliğe getiriyor. peki sormak gerekiyor, bu 3 yılda neler oldu? 4 milyon oydan 11 milyon oya nasıl çıkıldı?

şu sıralar paralel diye nitelendirdikleri hocasıyla ve amerikanın yardımıyla tahta çıktığını sanırım bilmemiz gerekiyor. o günden bu güne de her hareketinde, her seçimde bunun ona yardım ettiğini de biliyoruz. 2002 den 2014 e her gün gazete manşetlerini süsleyen olayların altından nasıl kalkabildiğini şaşkınlıkla izlerken, birilerinin yardımı olduğunu biliyoruz. rüşvet, hırsızlık operasyonlarından nasıl kurtulduklarını, halkın yarısını nasıl koyun haline getirdiklerini çok iyi biliyor ve bunu söylemekten çekinmiyoruz. cafede mafede insanları gördüğümüz her yerde politik sohbetler yapıyor, akp nin oyunlarından ballandıra ballandıra bahsediyoruz. hatta örgütler kurup eylemler yapıyoruz, ölüyoruz. ama her işin ucunda bir abd bir cemaat olduğunu, kavga bile etseler olduğunu emin bir dille söyleyebiliyoruz. kendi ideolojimizi savunmaktan öte tayyibin ideolojisini yerin dibine sokuyor, ona lanetler okuyoruz. ama a dan z ye tüm oyunlarını biliyoruz, parasını da hırsızlığını da. seçimlerde oyları nasıl çaldığını, insanları fişlediğini de biliyoruz. bir de bu ülke bitti de diyebiliyoruz. yani resmi olarak ne yapılırsa yapılsın üzerinde oynanabildiğini, insanlardan dayak bile yiyebileceğimizi biliyoruz. bir yandan elimizin ulaşamayacağı, değiştiremeyeceğimiz gerçekleri görürken, diğer yanımızla bunları değiştirmye çalışıyoruz. küfür ediyoruz. çaresiz olduğumuzu biliyoruz. daha çok....


hala uğraşıyoruz üstüne üstlük, pusulasız, çölde emekleyerek yürüyoruz. hiçbir yere varamayacağımızı bile bile. bunu çok iyi bilmemize rağmen, oy kullanmak, parti ideolojisi yapmaktan da geri kalmıyoruz. oyunu kullanan halkın oyu çalınır, vergi veren halk götüne kazık yer. ama nedense hala vazgeçmez. koyun dediği akplilerden daha koyun olur. geri kalmış şu ülkenin halkı olmaktan utanır ama hala bir şeyler geveler. komşu ülkeler kadar değer görmeyen karşı partili halk, ezilir, aç kalır. ama hala koyun gibi kendi partisinin o işe yaramaz ideolojisiyle, kurt olur, altı ok olur kürt olur ne bok olursa olur. geçmişte yaşar amına koduğumun koyunları.

bazi büyük brotherların elinde olan şeyleri, sabah sıcak yatağından kalkıp oy kullanan halk değiştiremez. sikerim sandığı da, oy pusulasını da.

edit: tarih düzeltmesi.

hobbit

gerçekten güzel bir kitap. ama mesele bu değil.

kitabı bir günde bitirdim -cips koyma hariç- ara da vermedim. kitapta bilbonun ve yoldaşlarının geçirdiği maceraları, geçmişte çok sayıda fantastik roman okumam sayesinde çok iyi şekilde betimledim. kitabın içine girmek için fazlasını yaptım. ancak filmi nasıldır diye açıp izleyince, bir kez daha hayal kırıklığı yaşadım. film süper, eyvallah. ancak insan hayalgücüyle yarattığı sahneleri başkasının perspektifinden görünce biraz üzülüyor ve şevki kırılıyor.

kitap hakkında ne yazsam az, filmi de bir o kadar güzel dediğime bakmayın.

zamanla geçen tek şey zamandır

şu sıralar, zamanla geçer dediğimiz şeyin zamandan başka bir şey olmadığını anladım. zamanla geçen tek şey zaman.

saati çöplük olarak düşün. daire şeklinde bir çöplük, ortasında dönen akrep ve yelkovan var. "zamanla geçer" diye tabir ettiğimiz tüm üzüntülerimizi, tüm pisliklerimiz de saatin içinde. umduğumuz şey, akrep ile yelkovanın dönerken onları de önüne takıp süpürmesi değil mi? yelkovan pislikleri takar önüne, geçtiği yerlerdeki pislikleri temizler, geçtiği yerlerdeki üzüntülerimizi alır götürür peşinde. zamanla geçer dediklerimize bir bakarız yelkovanla akrebin kadranına takılmış süpürülüyor. sonradan fark ediyoruz ki yelkovan önüne taktıklarıyla birlikte dönüp yine aynı yere geliyor. aynı üzüntüler, aynı sıkıntılar yine aynı yerde beliriyor.

kadran dönüp duruyor, zaman arkasını kirletirken önünü temizlemeye, akrep süpürürken yelkovan pislikleri geri saçmaya devam ediyor. öyle değil midir zaten? akrep ile süpürülenler; üstünde saatlerce düşündüklerimiz, ağır ağır ilerlediklerimizdir. yelkovan ise saniye içerisinde döner içine sıçar hayatımızın. anlık olaylar parçalar umutlarımızı. zamanın içine attığımız üzüntülerimizi, akrebin saat ayırıp temizlediğini, yelkovan saniyesinde dağıtır.

zamanla hiçbir şey geçmiyor. ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsünde dediği gibi; saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman ,ayarı insandır..

türkiyede din ve siyaseti futboldan ayırmak

laikliğin bir başka versiyonu.

din ve devlet işlerini bir yere koyun, din, siyaset ve futbol işlerini ayıramadığımız sürece aydınlık görülemez. ne demek istiyorum;

babası akpliyse akpli olan, babası chpliyse chpli olan, babası mhpliyse mhp li olan, babası bdp liyse bdpli olan genç nesil yetişmekte ülkemizde. bu babası fenerliyse fenerli olan çocuktan farksız.

babası müslüman olan müslümanlığı şartsız kabul ediyor, bir diğer nokta da bu. baba ile annesi sevişirken çocuğun sorgulama yeteneğini de tıkmaları lazım birbirinin cinsel organlarına. bu durumda anca farklı noktaları görüp büyüyebilir türkiye.

boyu 175 ten kısa olan kadın

kraliçe victoria
marie curie
Coco Chanel

da dahil olduğu boy sınıfı.

doğuya okul yerine karakol yapan zihniyet

yıllardır insanın bulunduğu her yere okul yerine cami yaptıran zihniyet ile aynı zihniyettir.

neden en çok erkekler intihar eder

geçim sıkıntısının en büyük sorun olması bunu doğuruyor. kadınlarımız için de her ne kadar bu olabilse de, ülkede erkeğin ev direği psikolojisi bunun sebebi.

osmanlı eğitimi vs türkiye eğitimi

osmanlının o dönemde eğitime yönelecek durumu mu vardı diye sormak lazım?

iç savaşlar, dış etkiler arasında çalkalanan ve çöküş dönemini hisseden osmanlıda bunu beklemek saçmalık. tarihi olayları tarihine göre yorumlama yeteneği kazanmamız gerekiyor. şuana gelirsek tüm dünyanın eğitim düzeyi karşısında türkiye bu eğitim düzeyine gelmek zorunda, ister a ister b partisi olsun. demem o ki karşılaştırmak saçma olacaktır.

biz en doğrusu almanya, yeni zellanda, ingiltere vb 1. sınıf ülkelerle karşılaştıralım şuan, karşılaştıralım ki kara tahtayı akıllı tahta yapmak ile eğitimimizi geliştiremeyeceğimizi anlayalım.

satranç

stefan zweig'in yazmış olduğu uzun öykü yada roman.

dr b. adındaki karakterin, işkence olarak tutulduğu otel odasında, çaldığı bir satranç kitabını kafasında kurgulaması ve şizofrenik derecede kafayı kırmasını anlatıyor. kısa ama öz ve güzel bir kitap.

sırrı süreyya önder in türk olması

bizi kabul etmeyen ailelerin evini bir asker çalıp vatan sağolsun diyebilir, diyen bir terörist'in ne ırkı önemlidir, ne insanlığı.

salatalığı tamamen ağzına alabilen kız

yüz ebatları nedeniyle birçok erkeğin yolda görse bakmayacağı kızdır.

beyaz pantolon üzerine giyilecek tişört renkleri

siyah hariç tüm renklerin(fosforlu renkler hariç) dahil olduğu listedir. ama beyaz pantolon pek de tutan bir renk pantolon değildir ayrıca.

çirkin kadınların aşkı daha güzel yaşayabilmesi

bir süre için böyledir bence. aşk denilen şey, diğer bazı duygular gibi dış görünüşe bağlı değildir. en azından ilk görüş ve birlikteliğin ilk haftasında bağlı olabilir dış görünüşe. eğer süren bir birliktelik görünüyorsa mümkün aşk artık kişilerin iç güzelliğiyle yürüyor demektir.

bu bağlamda, çirkin kadınlar anca ilk hafta aşkı daha güzel yaşayabilir. uzun vadede aşk iç güzelliğin sonucudur.