bugün

söyleyecek bir şey bulamaktır.

bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu...

durumu en güzel şekilde anlatan mısralardır bunlar.
kişinin ruh haliyle fazlasıyla ilgili olan durumdur. bazen saatlerce konuşurusunuz bir konu ya da kişi üzerine ama pek bir işe yaramaz, o saatlerce konuşma süresince aslında dönüp dolaşıp hep aynı şeyi anlatır durusunuz aslında söylemek istedğinizi bir türlü kelimelere dökemezsiniz çünkü o an hissettikleriniz kelime olarak karşılığı yoktur. işte o an belki bir bakış, belki bir susuş, belki bir jest, belki bir mimik, belki de arkanızı dönüp gitmek o kadar çok sey anlatır ki saatlerce konuşmak yerine.. bu kişinin kendini ifade edememesi, anlatmak istediğini anlatamaması değildir kesinlikle çok çok çok farklı bir durumdur. şuan bunları yazarken bile kelimelerin benim için ne kadar yetersiz kaldığını anladım bile. işte böyle bir garip durumdur..
Annenin Ölmesi başlığına yazmak istediğim ama cümlelerin yetersiz kalmasından dolayı yazıp yazıp sildiğim, içimdekileri anlatamadığım durum. Düğümleniyor insan. Bu durumu anlatmak için cümlelere kelimeler bulamıyor.

Annenin ölümü nasıl anlatılır ki;

Çok güzel anlatan arkadaşlar var ama ben anlatamıyorum. Okuyabiliyorum ancak derdini paylaştığım arkadaşların entrylerini. Sözcüklerim yetersiz kalıyor.

Sadece yaşadım, her gün yaşıyorum. Özlüyorum. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Bir daha gül kokusunu içime çekmek, pamuk ellerini öpmek istediğimi söyleyebiliyorum. Yine yetersiz kaldı. Silmek istiyorum bu entryi.
(bkz: kelimeler yetse)
ilk aşkını itiraf eden birisinin başına gelen durum.
mustafa kemal atatürk'ü anlatırken kullanılan sözcüklerdir.
(bkz: sözüm yok artık)
bu gün ikindi vakti, keskin kabristanında bir çok insanın içinde bulunduğu durum. kimisi hüzünlü gözlerle, kimisi sessiz gözyaşlarıyla,

kimisi hıçkırıklarla geçirdi bu durumu.

aralarında biri vardı ki, onun durumu nasıl izah edilirdi? merhumun eşi, kızı ve oğlu yanında hıçkırıklardan nefes alamayan ve her taziye

dileğine gelenin, beni de teselli etmeye çaslıştığı bir atmosferde, tanımayanlar, "iyi de bu kim, buna ne oluyor?" der gibi bakıyordu.

kimin ne düşündüğü, nasıl baktığı kimin umurundaydı ki.sırtımın direği, gülen yüzüm, sırdaşım,dert ortağım, abim, Sebo'm gitmişti.duyduğum

anda akmaya başlayan gözyaşlarım tam on saat susmadı.

"abim, abim, abim, abim" başka kelime çıkamadı ağzımdan. cenaze konvoyundaki geçen her araçta resmini gördükçe, haberi yeniden almışçasına

katıldım ağladım nefes alamadım.

altı ay önce,aniden rahatsızlandı, beyin ameliyatı sonrası, doktorlar kötü haberi verdiğinde, çaresiz kalmıştık üç yakın arkadaş.aileye bu

nasıl söylenecekti?dilimiz varmadı, kimseye bir şey diyemedik.sol el ve ayağının hareketsizliğini, uyuyup kalmalarını, kortizona bağladık,

her soruyu geçiştirdik.oysa en iyimser altı ay demişti doktorlar.şimdi ürkerek sayılan günler vardı.son bir haftasına kadar şuuru yerindeydi

ve çok öfkeleniyordu kolunun ayağının kıpırdamamasına.eşi "gel de abini yürüt, senden başkasını dinlemiyor, hep uyuyor,iyileşemeyecek,

tembelleşti" diyordu.

ve ben acı çektiğini ve beni kırmamak için bu acıya katlandığını bile bile, her gün onu yürtüyordum sırf eşi istiyor diye.eşi yürümezse

öyle kalır iyileşemez endişesiyle,sırf iyileşsin diye zorlattıkça, içimden kanlar çağlayan oluyor, ama bir şey yapamıyordum.arada balkonda

ağlayıp geri giriyordum.ve günler geçtikçe ağırlaşan dev gibi adamın, bilye gözlerini gözlerime dikip bakışı, içimden her gün yeni bir

parça koparıyordu.

ne zaman kapıdan girsem, "pehlivan" diye seslensem, şuursuz yatan adam gözlerini açar, gülümser, ölene dek unutmayacağım gözlerini

gözlerime diker, hadi derdi, yürüyelim kızım.hissiz elini ellerime alır, ovalar, sonra öper bırakırdım, sadece gülümserdi halsizce.

o her şeyden çok sevdiği bayrağa sarılı tabutunda giderken, arkasından bakarken, içimde inaılmaz bir acı vardı, bana olan "öz" sevgisini,

hayır diyemeyişini, onun canını yakmak pahasına, eşi üzülmesin diye kullanmıştım adeta, ve o bunu bilir gibi izin vermişti bana.

işte benim için sözün bittiği yer ve o bilyecik gözleriyle anlattığı anlardı, ölünceye kadar aklımdan çıkmayacak.

edit:Sebahattin abim, canım, gülen yüzümdün, ağlayan gözüm oldun, senden sonra tufan gibi geliyor şu an bana.çünkü ben "hiç, ama hiç

kimsenin sevgisinden senin kadar emin olmadım", manevi babam, nurlar içinde kal.seni çok seviyorum.
anlatılamayacak kadar iyi ve anlatılamayacak kadar kötü durumlarla karşılaşıldığı anlarda gerçekleşen tıkanıklık. iyi olanlarda, yine de bir şeyler söylemeye çalışılır. kötülerde ise konuşmak denense de pişman ettirir ve sonsuza dek susturur.
söylenen sözlerin tatmin etmedigi, yetmedigi durum.
susulması gerekmektedir. "hakkında konuşulamayan şey karşısında sessiz kalmak gerekir" der çünkü wittgenstein.
anlatmayı zorlaştıran,bazen imkansızlaştırandır.
söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil durumudur.

-- ahh yazıkkk, evladım atanamadın mı sen hala ??
+ ...
yazmak isterken yazamama durumudur. yazmaya başladığınızda eğer anlatacak bir şeyiniz varsa kelimeler sizi şaşırtacak derecede arka arkaya dökülür, belli kurallar içerisinde -ki biz buna dil bilgisi kuralları diyoruz- bir araya gelerek anlamlı cümleler oluştururlar ve yazdıklarınızın okuyanlar tarafından anlaşılmasını sağlarlar. kelimeler bu kadar çeşitliyken neden sözcükler yetersiz kalır?

aşkı anlatsam sözcüklerle, okuduğunda anlayacak mısın? anladığını sanacaksın. belki leyla ile mecnun'u okudun, belki de okumadın. peki ölümü göze aldın mı hiç sevdiğin için? ben her şeyi göze alırım dedin sevdiğine, okuduğun kitaplardan, izlediğin pembe dizilerden etkilenerek. akabinde sevdiğinle çıkan bir tartışmada alıp kendini gittin uzaklara. arayıp sormadın, yelken açtın yeni aşklara. aşkı okuyarak kitaplardan öğrendin zaten.

duyguları kelimelerle anlatmak imkansız. neden bir insan intihar eder hiç düşündün mü? düşünmedin tabi gittin kişisel gelişim kitapları okudun mutluluğun başarıda olduğuna inanarak. hayat bu kadar güzelken, herkes anlayışlıyken, herkes dostken, onu neden kimse anlamadı ya da o niye kimseye kendini anlatmadı? neden sorunlarını anlatıp çözüm aramak varken ölümde buldu tek anlamı. sözcükler yetersiz kalmıştı artık yaşadıklarını anlatmaya, anlatmaktan sıkılmıştı, herkes anlıyordu ama kimse onun gibi yaşayamıyordu anlattıklarını.
bir başka deyişle kelimelerin kifayetsiz kalmasıdır.
duygusal yoğunluğun had safha da olduğu durumlarda, kalpte olanı tam olarak dile getirememektir.
yaşadığın duygu yoğunluğundan dolayı hissettiklerini, tam olarak anlatamamaktır. binlerce kelimenin bir cümle kurmaya yetmediği andır.
bir olay yada durum üzerine yorum yapacakken kelimelerin boğazda düğümlenmesi ve kullanılan sözcüklerin olay karşısında anlam teşkil etmemesi durumu.
(bkz: sözün bittiği yer)
gözlerin devreye girmesine imkan veren olaydır.
anlatımda,kelimelerle karşılık bulamamak,beraberinde susmayı getirendir. kelimelere sığdıramamak, sığmamaktır.
beşiktaş ta kahvaltıcılar sokağında yöresel kahvelerin yapıldığı küçük şirin bir kafe vardır. okkalı fincanlarda birbirinden farklı aromalarla lezzetlendirilmiş kahveler ikram edilir. menüde adana otogar kahvesini okuyunca aklıma hemen ince memed geldi.

ince memed türk kahvesini ilk kez adana otogarında içer. kitapta içmeden önce uzun uzun kokusunu tarif etmeye çalışır ve daha sonra içtiği bütün kahvelerde o tadı arar. fakat ''hayatım boyunca içtiğim hiçbir kahvede o kokuyu ve o tadı bir daha asla alamadım.'' diye ekler.

''bu kahve o kahve mi? adı ordan mı geliyor?'' diye sordum elbette. garson bilmiyordu ama içerden kallavi bir ses, ''keşke'' diye seslendi ve kahkahasına bizi de ortak ederek dünyanın en lezzetli kahvesi olmasa da bol köpüklü okkalı adana otogar kahvelerimizi getirdi.

tüm istekler ihtiyaçtan dolayısyla yoksunluktan ve dolayısıyla ızdıraptan doğar der schopenhauer. insan yaşadığı müdettçe sonsuz arzu ve istek üretebilme yeteneğine sahip tek canlıdır. bu istek ve arzuların bazılarının dilde adı vardır bazılarınınsa henüz yoktur. ince memed örneğinde olduğu gibi ilk kahveyi içtiği ana kadar böyle bir isteği, ve artık içtikten sonraki, hep aradığı o ilk tadın ızdırabı yoktur mesela.

bir şeyi tasavvur ettiğimizde aslında zihnimizdeki imgesiyle gerçekteki görüntüsü hiçbir zaman birebir örtüşmez. bir varlığın imgesi zihnimizde oluştuğu anda artık o imkansızdır ve benzeri yoktur. daha küçük, daha uzun, daha kırmızı, daha ekşi, daha soğuk vs... çok benziyordur ama hiçbir zaman aynısı değildir. eğer bu bir arzu nesnesiyse insan hep ona ulaşmaya ve onu tekrar deneyimlemeye çalışır. dilbilimcilere göre sözcüklerin dolayısıyla dilin gelişimi bu yoksunluktan doğar nitekim. eksikliğini, yoksunluğunu ve hatta ızdırabını çektiklerine isim vermiştir insanoğlu. bu bağlamda toplumlarda ve kültürlerde isteği ve arzusu olmayan, bir nevi fonksiyonunu yitirmiş nesnelerin adı zamanla yok olur gider.

dilimizi belirleyen şey düşüncelerimiz olduğu sürece yani bu şu demek oluyor ki; yaşadığımız sürece sözcükler hep yetersiz kalacaktır. sözcüklerin hep yetersiz kalması yaradılışımızın esası. yetersizlik, yoksunluk düşüncesi zihnimizin kendisidir aslında. yasak elma metaforu ve cennetten kovulan adem ve havva miti hiçbir zaman tamamlanamayan ve asla tam olarak tanımlanamayan arzularımız ve isteklerimize işaret eder aslında.
konuşmaya çalışırsın, belki birkaç sözcük çıkar ağzından ama gerisi gelmez. elini kolunu sallayıp saçma sapan davranırken bulursun kendini. öylesine anlam dolu birşeyi anlatacak kadar güzel kelime bulamamıştır daha insanoğlu. en sonunda durusun, bir damla gözyaşı süzülür yanaklarından. hikayenin sonunda ya karşıdakiyle beraber ağlarsınız ya da anlamsız bakmaya devam eder dolgun gözlerine