bugün

aşkın en mavi halinde dilenen dilek.
(bkz: seninle yaşlanmak istiyorum)
işin içine kirli çoraplar ve boş tabaktaki bulaşık lekeleri girdiğinde sonsuza giden süre kısalacaktır.
zordur, ara sıra değişiklik iyidir.
hiç bi zaman "aha buldum, bununla sonsuza kadar yaşarım ben" diyemediğim olaydır.
istemekle olmayan bişey.
aşk olduktan sonra, dünya'nın en doğal isteğidir. ama çaba olsun ki istek gerçekleşsin.
bir insanın sonsuza dek yaşayamayacağını göz önüne getirirsek, tamamen yalanlar üzerine olan bir istek biçimi.
evlilik yerine söylenen uzun bir cümledir.
isteme düşüncesinde kalandır. Devamının gelmesi mümkün değildir. Size kalsa gelir ama O...
biraz sabrederseniz götünüzde patlayacağını görürsünüz.
Eğer birbirlerini deli gibi aşıksalak sonsuzlugu bulmuşlar demektir.
sözel manada pek birşey ifade etmeyen şeydir son zamanlarda. "seninle yaşlanmak istiyorum","seninle bir ömür geçirmek istiyorum","seni çok seviyorum" gibi sözler anlamını neredeyse yitirmiştir 3-5 ay süren ilişkiler yüzünden. neye binaen bu sözleri kullanıyorlar orasıda meçhuldur.
(bkz: yvonne strahovski) evet eger birlikte olmak istediginiz kisi boyle birisiyle sadece bu dunya ile sinirli kalmamali, sonsuzluk aleminde de birlikte olunmali, yemisim hurisini.
bir kadın anlatıyor:
kocam bir mühendisti. onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim.bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı. gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. eşimin (bir zamanlar çok sevdiğim) bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. iş ilişkiye gelince oldukça içli, hatta aşırı hassas bir kadınım. romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı.

sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum.

şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu.

'gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.'

bütün gece ağzını bıçak açmadı. düşünüyordu. bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. ondan ne bekleyebilirdim ki?

sonunda sordu: seni caydırmak için ne yapabilirim?

demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu.

son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu.

'işte mesele tam da bu. sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.' dedim.

diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. o çiçeği benim için koparmak, düşüp
vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl olacak. bunu benim için yapar mısın?

yüzümü dikkatle inceledi ve 'sana bunun cevabını yarın vereceğim.' dedi.

bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.

'sevgilim' diye başlıyordu...

'o çiçeği senin için koparmazdım.'

kalbim yine kırılmıştı. okumaya devam ettim.

''çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var. anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden
önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var. arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var. sâdık arkadaşının her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var. evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var. sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında görülmesini istemediğin beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.

ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım birtanem.''

baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. göz yaşlarım mektuba düşüyordu.

'mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.'

koşarak kapıyı açtım.

endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.

artık çok iyi biliyordum. beni ondan daha çok kimse sevemezdi. o çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.

bu gerçek aşktı.

ilk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. oysa aşk hep vardır. belki artık heyecansız, belki artık romantik değil… belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz. ama hep oralarda bir yerdedir.

çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir.

bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır.

sonsuza dek biriyle yaşamak öyle bir şey işte.
sonsuzluk mükemmelliktir. sonsuzluktan bahseden insan hep mükemmelliği aramalıdır. sonsuza dek biriyle yaşamak isteyen biri var mıdır bu hayatta? cevaplamak çok zor.
sonunda hüsrana uğramaktır. ama bir daha dönülse bu hayatın başına, gene de aynı karar verilir, aynı kişi ile bile bile olunur. gene aynı dua edilir. sonu hüsran olsa bile. sanırım buna aşk diyorlar. imkansız oldukça güzelleşen, güzelleştikçe ölümcül pençesini bir o kadar ağır indiren...