*
Bu başlıkta Jacques Lacan hakkında bilinmesi gereken
temel konulara dair bir giriş yapılacaktır.
Bu giriş üç temel üstünde yükselecektir. Bunlar:
varoluşun sorunları, dil ve bilinçdışıdır.
Bütün bunlara değinirken, öncelikle söylenmesi gereken
Lacan'ın aslen ne kadar zor bir yazar olduğudur.
Bu gereklilik Lacan'ı tam anlamıyla aydınlatmak gibi
bir çabamızın olmadığını ve Lacan'ın aslında
aydınlatılmak istemeyen, karanlıklar içinde fikir üreten
bir düşünür olduğunu belirtmekten kaynaklanmaktadır.
Althusser'in söylediği gibi 'Masum okuma yoktur' ve
biz de 'okuma' eylemindeki masumiyetin çoktan
yittiğinin bilincindeyiz.

Lacan 1901'de Paris'te doğan bir Fransız'dır.
Tıp öğrenimi gördükten sonra 1932'de tamamladığı
'Kişilikle ilişkileri açısından Paranoyak Psikoz'
adlı teziyle psikiyatr olmuştur. Lacan'ın
Paris entelektüellerince tanınması ilkin
şairliği vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
Paul Nizan ve Jean Paul Sartre gibi
tanınmış isimlerle şiirleri yayımlanmıştır.

Lacan tüm hayatı boyunca sigmund Freud savunuculuğu yapmıştır.
Sosyo-kültüralist Amerikan okuluna ve 'Ben' psikolojisine,
'Ben'in vurgulanmasına, psikanaliz kavramlarının yumuşatılarak
deforme edilmesine kesinlikle karşı çıkmıştır. Lacan'a göre
psikanaliz, özneye gene öznenin yardım etmesini sağlar.
Hastayı ancak ''sen bu'sun'' gerçeğine, başka bir deyişle
ölümlülük anahtarına kadar getirebilir.

Lacan'a göre bir bilim olarak psikanalizin tek nesnesi vardır: Bilinçdışı.
Psikanaliz bilinçdışının bilimidir. Lacan'da bilinçdışı,
teorik bir nesne olarak vardır ve bu teorik nesnenin
özgün kavramlarla işlenmesi gereklidir. Bilinçdışı özgün bir nesnedir.
Ne sadece biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir,
ne de sosyolojik ağırlıklı olanlarla.

Lacan tüm yaşamı boyunca organik psikiyatri teorik temelinde gelişen
klasik psikiyatri anlayışına karşı çıkmıştır. Lacan'ın temel eseri
1966 yılında yayımlanan 'Écrits'tir. Bu eser olağanüstü derecede
zor bir eser olmasına rağmen yayımlandığı yıldan günümüze değin
aydınların elinden düşmeyen temel bir kaynak niteliğindedir.

Lacan'ın en özgün yanı:
''psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında kurduğu ilişki''dir.
Lacan'a göre dilbilim, psikanalizin temel sorgulama alanında
yapısal olarak bulunan bir boşluğu doldurmaktadır.
Althusser bu konuda şöyle der: 'Lacan yeni bir bilim,
yani dilbilim ortaya çıkarmamış olsaydı,
gerçekleştirdiği kavramsallaştırma girişimini
yapamayacağını itiraf edecekti.' dilbilim,
zamansal açıdan psikanalizden sonra ortaya çıkmıştır.
Ancak psikanalizin temel sorunsalı,
yalnızca dilbilim ile ilişkisinde netleşen temel sorunsaldır.
Yani yapısalcı dilbilim, psikanaliz için
bir sistematikleşme imkanı tanımaktadır.
Lacan dilbilimcilerden, dilbilimin kurucusu
Ferdinand de Saussure ve Jokobson'dan etkilenmiştir.
Dilbilim anlayışı bakımından ise Chomsky ile yakınlaşır.
Ayrıca yapısalcı Levi Strauss'tan etkilendiği de bilinir.
Lacan, Descartes geleneğine karşıdır. Bu karşı duruşun nedeni
hem Freud'çu hem de yapısalcı kökenlerinin sonucudur.

Lacan Psikiyatri Kurumu tarafından genellikle dikkate alınmamıştır.
Ancak esas etkisini düşünce hayatında göstermiştir.
M.Foucault, G.Deleuze, F.Guattari gibi düşünürleri bir hayli etkilemiştir.

Lacan'a göre psikanalizin teorik sorgulama alanının teorik nesnesi bilinçdışıdır, demiştik. Bilinçdışı araştırmalarında kullanılan yegane araç ise dildir. Lacan, 'Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır' der.
Fakat bu söylemin ardından herkesin aklında ciddi bir soru oluşur:
Bilinçdışı mümkün müdür?
Bilinçdışı mümkün ise hangi koşullarda mümkündür?
Kavramsal bir nesne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür?

Kabaca bir sorudan başlayarak türlü kelimelerin eklemlenmesiyle oluşan
bu sorulara yanıt vermenin en sağlıklı yolu kuşkusuz ki 'bilinç' kavramının
ne olduğunu anlamaktan geçer.

Bugünkü bilinç kavramının öyküsü Descartes'la başlar:
Descartes'ın ünlü 'Cogito, ergo sum' önermesiyle.
Düşünüyorum, öyleyse varım;
yani ben bir zihin edimi gerçekleştiriyorum.
işte psikiyatrinin ve psikolojinin
söz konusu ettiği bilinç kavramı buna dayanıyor.
'Farkında olmak ve farkında olduğunun farkında olmak.'
Bu bilinç kavramı Sartre ile doruğa ulaşmıştır.
Sartre bir bilinç felsefesi kurmaya girişir.
Ona göre 'ego' bilinçte değil; dünyadadır.
Fenomenolojik bilinç kendi üzerine katlanır,
'kendini düşünür- nesne edinir', 'seçici- yönelimli'dir.
Bu, egoyu dışta, dünyada bırakıyor.
Bilinç 'ben'i dıştalar ve orada bilinç için
bir nesne kılmadan da bırakabilir.
Sartre kendilik bilincindeki insana 'kendi-için-şey',
kendilik bilinci olmayan nesneye de 'kendinde şey' der.
Yani 'kendi-için-şey' kötü niyetle 'kendinde şey'e dönüşmüştür.
Yani Sartre yanılmıyor ise bilinçdışı kavramı mümkün değildir.
Ancak burada çok önemli bir kavram devreye giriyor: dil.

J. Derrida, 'Dil, paranteze alınmaz' der. Dili bilinçten atamazsınız çünkü bu durumda bir bilinç edimi mümkün olmaz. Eğer dil, düşüncenin, 'bilinç edimi'nin basit bir yansımasından ibaret olsaydı, hala 'bilinçdışı mümkün değildir' diyebilirdik.
Ancak Saussure'ün varlığıyla her şey değişir. Saussure'e göre dil, iletişim amacı ile onu kullanan insanlardan bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı ve yapısal kuralları olan uzlaşımsal bir sistemdir. Dil düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil, toplumsal uzlaşımsal bir kurumdur ve salt bireysel düşüncede yoktur. Bilinç kendini ancak dilin dolayımıyla ele alır. Bu noktada Lacan devreye girer. Lacan'a göre bilinçdışı, insan-dil ilişkisinin kaçınılmaz sonucudur. insan varoluş gerçeğini olduğu gibi değil, ancak toplumsal bir kurumun ona sağladığı imkanlarla düşünür. Böylece insanda bir yarık oluşur. Bu da bilinçdışını temellendirir. insan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. insan kendi gerçeğini önce ailenin, sonra da diğer kültürel kurumların söyleminden dolayımlayarak düşünürken, esas otantik gerçekliğini bilinçdışı kılmış olur.
Saussure'ün başlangıçta dilin biçimsel kurallarında bağımsız
'mitik' bir düşünceyi töz olarak kabulünün izleri Lacan'da da görülür.

Lacan'a göre bilinçdışı simgelerden oluşur ve Oidipus Karmaşası da gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır. Oidipus'ta gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel babanın işlevi yani 'babanın adı' yeterlidir. Kültürel baba konumun tüm anlamını veren aile söylemidir. Ailenin kendi gerçekliği, simgeselin kendi otonom kuralları çerçevesinde anlamını kazanır. Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün düzeni içinde bir 'talep' olarak ifade etmek için
simgenin özerk düzenini sunarken, bu gerçekliğe de simgenin
özerk kuralları çerçevesinde biçimini verir.

Lacan'da dil, 'babanın adı'na sağladığı tüm kültürel tarihin yükünü taşıyan bir anlam üstlenmiştir. Baba, yasaklayıcı ve egemendir. Böylece insan-yavrusu, biyolojik bir yaratıktan kültürel bir özne olma yolunda ilerlerken tüm insanlığın kültürel tarihinin kısa bir özetini yaşar. Hatta kendisi bu kültür tarihinin özeti haline gelir. insanın ilk kimliği, aile içinde 'Fallus' simgesinin karşısındaki konumu ile belirlenen cinsel kimliğidir. Psikanalizin cinselliğe verdiği önem de buradan kaynaklanır.

Böylelikle Lacan'a bir başlangıç yapmış olduk.
Bu başlangıcın sonunda ulaştığımız kesin bilgi
'Dilin, bilinçdışının bir koşulu olduğu'dur.

kaynak: http://www.gridergi.net
lacan a giriş için ayrıca slavoj zizek'in çoğu dilimize çevrilmiş kitapları, saffet murat tura'nın freud dan lacan a psikanaliz kitabıyla monokl dergisinin lacan ve hegel sayılarının incelenmesi önerilir.
psikiyatrinin irzina gecmistir. kendi psikolojisi daha bozuk hastalarindan amk.