bugün

dokuz altı yollarında ahır ile mera arasında gidip gelen, boynundaki ilmek ilmek olmuş ip nedeniyle uçsuz bucaksız yeşillikte kendini biçare mahpus hisseden ahh şimdi alp dağlarında milka inekleriyle fingirdemek, vahh la vache qui rit inekleriyle narbonne köylerinde koşuşturmak vardı deyü iç geçiren öküzdür.

öküzdü ve gurur duyuyordu, her öküz gibi..
çiğ düşmüş bir ot tadında ki yalnızlığının sonuna gelmişti artık. çektiği yük arabası devrilmiş, arka iki ayağını diz hizasından kırmıştı anlı şanlı öküzümüz. can havliyle sağa kaykıldı, işkembesinin üzerine yatıverdi. doğduğu günden beri ona ait olan gökyüzüne gözlerini dikti, baktı baktı...

çiftçi yakası açılmamış bir küfür salladı kendi şansına. öküzüne yaklaştı. '' kerpecek zamanı buldun hayvanoğlu hayvan dedi .''. öküz ise alışık olduğu sözleri duyunca hiç yadırgamadı.hatta tatlı bir tanışıklık, kurumuş bok içerisinde ki derisini okşadı.
sahibine hayrandı. küfürüne hayrandı. ona yük vuruşuna hayrandı, tarlayı sürüşüne hayrandı. gözünü onla açmış, onla kapatacaktı. tarifsiz bir huzur börkeneğinden, kalbine doğru yayıdı.
çiftçi ise bozkırın ortasında bir an ne yapacağını düşündü.
arabanın arkasında bir yerlerden, baba yadigarı çiftesini çıkardı. mermiyi içine sürdü.
öyle ya; emektar öküzünün daha fazla acı çekmesine izin veremezdi.

öküz devasa gözbebeklerini aşağıya doğru kaydırınca, namluyu farketti. garipti ama: hayatında ilk defa mutluydu belkide.
gözlerini kapadı: daha yeni sütten kesilmiş dana olduğu günleri gördü açılan zaman tünelinde, acemi acemi koşuyordu otların içinden annesine doğru: mööö mö.
annesinin ıslak burnundan çıkan buhar: anaç bir merhametin nefesiydi onun için; koştu koştu...

öküzdü nihayetinde; ölümüyle yüzleşebilmiş, cesur bir öküz...
(bkz: bu başlık tam beni anlatmış)
iç dünyasını, aldanmayan dış dünyaya yansıttığı gözlerinde bu sefer maviliği vardı gökyüzünün. o hep huzur ve dinginlik veren mavilik bugün canını yakıyordu bendinde. üstelik sıradan bir can yanması da değildi bu, viski niyetine içilen kezzapın tüm iç organlarına attığı tırnak kadar hissiyat yaratıyordu kendi vücudunda.

kapattı gözlerini öküz, ağızı yarım açık bi halde sessizliğini dinledi etrafının. kaç kez gelebilecekti dünyaya, kaç ineğe kaç ömür verebilecekti. tek bir inek sevmişti öküz, minik danaları koşuştursun istemişti etrafına. "çiftcinin gözde danası benim evladım olsun, dilim dışarda gideyim önemli değil." derdi hep.

her şeyimizi alan bu hayattan küçük bir şey istemişti öküz. bir gram huzur, birazcık anlayış ve sadakat. inek gelip öküz gidenlere inat, değiştirecekti bu geleneği. bayram gelmeden kurban edecekti kendini.

ve oturdu öküz. çimlerin serinliğinde bir kez daha duruldu. başını onsuzluğu arşınlayan toynaklarının yanına koydu. yeşilliğin hazin kokusuna bir kez daha büründü. bu sefer almakta zorlandığı nefesine gözleri dert yandı. yandı, sızladı ve ağladı öküz..

öküzdü nihayetinde, kocaman kalbi olan bir öküz..
asıl benim lan bu. *
köye gelen misk öküzü, bütün huzurunu kaçırmıştı, tam sarı kızı tavlayıp, az ilerdeki kavaklığa götürecekti ki, 'selam mööber?' diye olaya dahil olan bu misk öküzü, bütün planını alt üst etti.

artık hiçbir inek onunla ilgilenmiyordu, miskinliği bir kenara bırakıp, bu misk öküzünü alt edebilmek için bir şey yapması gerekiyordu, hem de marjinal bir şey.

uzun uzun düşündü fakat aklına parlak bir fikir gelmedi.

sonra köyü ve köydeki tüm inekleri, o misk öküzüne bırakıp, tren yolunun yolunu tuttu.

öküzdü nihayetinde, geri zekalı bir öküz...
beş masum kısrağa tecavüz eden aygır olayından sonra morali büsbütün bozulmuştu, artık kimse onu siklemiyordu.
kendinde eski gücünü ve heybetini göremez olmuştu, aha şu küçücük buzağı bile ondan daha kıymetliydi.

bir gecede 17 ineği dadmin ettiği o eski günleri anımsadı, gözleri köye hafif hafif çöken puslu karanlığa daldı, sonra farkına varmadan böğürerek ağladı.

öküzdü nihayetinde, sulu gözlü, koca götlü bir öküz...
hep o çekmişti köyün kağnılarını, çifte koşulan hep o olmuştu, öyle ki, çifte koşmak eylemiyle taban tabana zıt bir şekilde, hep yek, hep tekti tarlaların koyu balçıklarında.
ve hep onun koca götüydü çöp dürtülen, kaşağılanmak şöyle dursun, hep oydu sürekli aşağılanan...

sonra birgün, sıçrayarak uyandı uykusundan ve mahmur gözlerle etrafını süzüp, kimsenin olmadığını anlayınca, heybetli bir osuruk salladı bu kahpe dünyaya ve yeni bir sayfa açtı hayatında;

tüm çıkar ilişkilerinden tiksindiği için, bir çırpıda çıkarıverdi üstündekileri, artık yalnız olduğu kadar, çıplaktı da aynı zamanda.

ama kimsenin umrunda değildi yine.

öküzdü nihayetinde, yalnız ve çıplak bir öküz...
bir serçe ürktü; durgun suya düşünce kopan kuru dal. bir ağaç filiz verdi bombok dünya' ya inat. bir çoban davarı unuttu, uykuya daldı, sırtını dayadığı taşın garantisinde. bir taşralı kız nedensiz üşüdü, yeni tanıştığı şehirde hevesle dersine girerken. bir züppe yeni arabsını övdü kendisi gibi düşünen dostlarına...
bir öküz herşeyin farkına vardı. ama aldırmadı. kuyruğunu kaldırdı. bir batman dışkı bıraktı kuru toprağa, gübre niyetine...
zaten aldırsa ne fark ederdi ?

öküzdü nihayetinde, iğdiş edilmiş, her şeyini ta başında yitirmiş. umarsız bir öküz.

vay öküz vay!
Sıradan bir gecenin alacasında sıradanlığıyla yaşamak varken hayatı, bu bambaşkalığı anlayamıyordu. Zamanın terkisinde bilerek ya da bilmeyerek dörtnala koşarken sonsuzluğa, yanılgılar girdabında bu uzun molanın manası neydi? ucsuz bucaksız meralar tüm güzelliğiyle beklerken onu. Mutluluklar "gel, beni al" diye yalvarırken gecede, ısrarın nedir ey geçmiş! Ah! yapay ışıklar semiriyor güzel duyguları. Bu duygu ne? Bütün duyguların dikleşip, isyan çıkarması; ya da koşuverecekmiş gibi olduğunda dizlerindeki dermansızlığın buna gülmesi...

öküzdü nihayetinde, yalnız bir öküz...
bazen de algılayamıyordu sürüsünden geriye bıraktıklarını. telaşelerinin verdiği yersiz huzurlukları, yapay möölerin getirdiği gereksiz mutlulukları, kendiliğinden sallanan umutsuz kuyrukları ne zaman görse öküz bir garip kaplardı içini hüzün. herkesin anlayamadığı bir öküzdü kendisi, bazen kendisi bile anlayamıyor, asıl anlamın anlamsızlık karmaşası olduğunu düşünüyordu. en yakınındaki ineğin suratına bakıp o hayattan bezmiş ifadeye darıldı o gün, samanların kuru ıslaklığına, getirilen gevişin mutsuz edici deviminine, başındaki çobanın o isyankar sopasına... her şeye tekrar baktı öküz. neredeydi, nereden gelmişti bu yalnızlığa. arkasında bıraktığı her kalabalığın içindeki o metal kokulu sis acıtmıyor muydu artık içini? mistikliğin riyakarlığında bir daha düşündü öküz ve... mö dedi.

öküzdü nihayetinde, yalnız bir öküz...
uyurgezerlerin arasında yarı uyanık olmaktan bile başlangıçta ürkmüştü ama zamanla kendini gizlemeyi de öğrenmişti, çünkü kendini gizlemezse daha çok acı çekeceğini biliyordu.. artık kendini tamamen soyutladığı bu meraların, bu sonsuz çimenliklerin üzerinde otlayan diğer uyurgezer öküzlere şöyle bir baktı, gülerken ağlar, unuturken hatırlar, yaşarken ölür gibi baktı.. "sonsuzluk.. aslında bir günden ibaret" dedi ve kara tren türküsünü mırarıldanmaya başladı usulca, gözlerini ufuk çizgisinin üzerinde dans eden kuşlara dikerek.. bu kavganın, anlamsızlığın, kargaşanın, otların ve uçsuz bucaksız çayırların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydü sadece bu öküz, hayat bu öküzden ne istiyordu ki!

"öküzce, pek öküzce, hmmm" diye söylendi sonra kendi kendine, tüm isyanını bir cümleye sığdırmış olmanın verdiği huzurla..

evet.
Kendisiyle barışmalıydı önce. Anlayacaktı, anlatacaktı melekutiyete dönük kürsüsünde. duymak istemeyen kulağına mukabil hiç susmayacaktı dili. ikna edinceye dek veya ilzam.

Olmadı, boynuzlayacaktı; çifteleyecekti. indirecekti toprağa, geçirecekti mezarlığa. Silkecekti üzerinden sarhoşluğu, sarsacaktı ta ayılıncaya kadar, Münker-Nekir sayhasıyla. Yuyup paklayacaktı ahirzaman çehresini nasuhi gözyaşlarıyla, kendi olacaktı. Sütbeyaz benliğine kavuşmak için, buğu evinde tedaviye alacaktı. derisini kesip atacaktı bıçak gibi, mezbaha masasında. Bir yaka-paça olmadır gidecek... Zinhar! Pes etmeyecekti!

öküzdü nihayetinde, yalnız bir öküz...
bir şeyler yapmalıydı ! evet. düşüncelerinin ıssız koyu olan melankoliyi bırakmıştı epeydir. ama yeni bir tarzı da yoktu hani. bir şeyler yapmalıydı evet. '' bu uçsuz bucaksız bozkırın hakimi benim. '' mesajını vermeliydi kendi tür ve türevine...ama önce kendisini inandırması gerekecekti . çok yakınmış gibi hissetsede bu anın gelişi, meşakkatli olacaktı biliyordu. belkide bir mucizeyi bekliyordu öküz, kim bilir ? belki de birkaç ineği gebe bırakmalıydı. olanaksızdı belki bu haliyle ama, düşüncelerin eksenini kaydırabilmek de belki bu kadar olanaksızdı herkes için. o şeyi yürekten istedi, belki de yarım yamalak istedi. tam emin değildi. sonra epeydir bildiği bir uzun havayı mırıldanmaya başladı yarım ağızla, yürüdü bayıraşağı gecenin kekremsi kokusunu ciğerlerine çekerek, ışığın sızmaya başladığı ufka doğru baktı baktı.

öküzdü niheyetinde ! her yolu yordamı bildiğini sanan yalnız ve sıradan bir öküz.
onun için hayat kuşluk vakti çiğlenmiş çıtır samanları yemek değildi her zaman. yahut sabit psikolojiyle ahır-çayır arasında gidip gelmek de değildi. yalnızlığının tek sebebi elbette öküz oluşundan da değildi ya, farklıydı kendince. umarsız detayların kaçınılmaz noktalarında takılmaktan kendini alamaması yıpranışındaki en büyük sebepti.

boynunda zil, gıdığında yağ birikintisi olmadığı özgür zamanları anımsıyordu. sadece yanına gitmek için yanına gittiği o koca meşe ağacının gölgesindeki tinsel ferahlığını düşündükçe bir başka huzurlu hissediyordu. ilk öpüşünü, ilk aşkını, ilk sevişmesini, ilkler... ilk kez onu getirmek istemişti bu koca meşe ağacına, en gizli mabediydi bu onun. düşündüğü, ağladığı, mööleyerek şarkı söylediği, en taze çimenlerin dibinde bittiği, gölgesinde şekerlediği, güneşinde bronzlaştığı onun için en büyük özellerin birleştiği tek yerdi burası. anlatabileceği en büyük sır, verebileceği en büyük sevgiydi bu koca meşe ağacı.

güldü. bu kadar şeffaf bir öküz olabilmişken ilişkisinde vardığı değersizlik noktasını bulmaya çalıştı, yeniden. varabildiği tek sonuç, yine yalnızlıktı elbet öküzün. ilk yalnızlığıydı bu onun üstelik, ilk ve ebedi.

başka meşe ağaçlarının varlığını, başka samanlıkların kokusuna tercih edenlerce farketti bir gün öküz. en değerli sığınağı olan bu tepe, çoğu çapkınlığın gayri meşru noktasıymış diye düşündü istemsizce. ama en çok da, yâreninin başkalarıyla geldiği bu yerde, kuyruk sallayışları yakmıştı onun canını.

birden kendine geldi, ahırında loş ve göz yaşlarıyla nemlenmiş köşesinde bir asır daha geçirmek için yola koyuldu...
haşin olduğu kadar gaddar, gaddar olduğu kadar da patavatsızdı, vurdumduymazdı üstelik, vurursun duymazdı.
böyle tanırdı onu herkes, böyle bilirdi...

oysa onun içinde, içinin en ücra, en karanlık köşesinde, annesinin biciklerinden zorla çekilip alınmış, ağzı bir örmeyle sımsıkı bağlanmış, ağlamaklı bir buzağı vardı.

o buzağıyı görmedi kimse, bu koca öküzün kırık boynuzlarından ve çizgilerle dolu asık suratından öte hiçbir şeyi, hiç kimsenin umrunda olmadı.

ne de olsa o sadece bir öküzdü, her öküz gibi bir öküz...
en nihayetinde bir öküzdür. üzerine 79 entry girildiği bile umrunda değildir herhalde. egosu da yoksa dünyanın en mutlu öküzüdür öyleyse. tebrik ettim öküzü.
bastırılmış duygusal buzağıyı ancak ve ancak, güneş yüzü göstermediği duygularla besleyebiliyordu öküz. onu, içinin en ücra, en bakımsız, en örümcek ağlı kısmında tutmasına rağmen koca cüssesisinden bile önemli görüyordu. kör gecelerindeki siyah ışığıydı o onun, en mutlu anısındaki yarısı patlamış mısır patlağı kıvamındaydı o buzağı. vazgeçmesi yahut yokmuş gibi davranması imkansızdı.

öküzdü ya, en nihayetinde bir öküzdü ya hani kendisi.. bir öküzden çok şey olduğu sıralarda, bir şeyden de hiçbir şeydi.
dünden bugüne hep ümit ve hayal kırıklıkların gelgitleri arasında yaşadı, yer yer ümitle neşelenip coştu ve zaman zaman ümitsizlikle burkuntulara düşüp iki büklüm oldu. Kim bilir bugüne kadar kaç defa ufkunda parlayan yalancı herhangi bir ışığı şafak zannederek şahlanıp heyecanla yollara döküldü, kaç defa yanıldığını görerek sarsıldı ve kaç defa yeni arayış ve bekleyişlere dalarak daha başka kapıları zorlamaya başladı.

Bunca arayış ve bunca bekleyişle bari bir yere varılsaydı. Ne gezer, o durmadan arıyor; fakat aradığını bir türlü bulamıyordu. Hatta yer yer aradığıyla bulduğu şeyler arasındaki zıtlıklardan hezeyanlara giriyor; netice itibariyle de kendine rağmen, yaşama şartlarının ağırlaşmasına, bir kısım zararlı kabuk değişikliklerine sebebiyet veriyor ve her şeyi bütün bütün içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.

Aslında o yıllarca evvel ruhunu yitirmişti ve aradığı da oydu. Aradığını bulup yeni bir dirilişe ulaşacağı güne kadar da, bu ümit, bu inkisar, bu hezeyan ve bu melankoli sürüp gidecekti.

öküzdür nihayetinde, sadece bir öküz...
öküzlük alemeti, boynuzlarından ve koca götünden ziyade, hayata bakış açısıydı, hayata karşı duruşuydu, onunki öyle bir duruştu ki, o duruşa bir vuruş kaç kuruştu?

işte bunu kimse bilmiyordu.

öküzdü nihayetinde, kimsenin bilmediği bir öküz...
(bkz: çok yalnızım be öküz)
bazen de gütmek için gelen çobanın gözlerindeki o bıkkınlık yerden yere vuruyordu bendini. süt almak için bir ineğin memelerinde devinim yaratan bir kadın, ikiz yavruya hamile koyun, müslüm gürses tadındaki çoban köpeği, gıcırdayan ahıl kapısı, ağıl ile ayrılmış bölmenin yarattığı gerginlik, geceleri sönen ışıklar, cam olmayan pencereden süzülen misafir bakışları, çıtırdayan kuru samanlar, içine koyun boku kaçmış içme suyu, nalı pas tutmuş at, gün ışığını hafiften kaçıran çatımsı gibi ince ve gündelik detaylarda boğuluyordu.

yerini, kimliğini, sonra da kafasındaki boynuzları sorguluyordu.

tüm bu sessizliği ise hep bir içten "möö" bozuyordu.

koydumun öküzü.
Yağmur sayılamayacak sayıya eriştiğinde, gece koruyucu ve örtücü görünümüyle yeryüzüne indiğinde ve çenesi, geviş getirmekten bitap düştüğünde, bir sükunet sardı etrafı. Kalbindeki muhteşem senfoni yavaşladı. Kalbinden bir haber bekleyen 'o', kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yükle, yalnızca bir tek kelimeyle baş başa bırakıldı: varlığın en derinlerinde akıp duran dille, 'aşk'la...

öküzdü nihayetinde, sadece aşık bir öküz...
ağzının kenarında bir yara... dudağının bitip, yüzünün başladığı yerde ansızın belirdiğinde, bir edip cansever şiirinde buldu kendini, her gülüşünde kanadı, hayatı hep ıskaladı...
bir şeyler möölemek istedi, sonra yutkunup tıkandı.

hem möölese ne olacaktı sanki? onu kim anlayacaktı ki?

öküzdü nihayetinde, gülüşü kanayan bir öküz...
getirdiği gevişlerdeki o acı asitli tadın dilinden damağına, damağından 40 haramilere rakip sindirim sistemine bile yaydığı o mutlulukla huzur bulduğu günleri anımsadı. oksijenin böğrünü tırpanladığı şu dakika da gençliğinin kısrak ateşindeki masum mutluluğunu düşleyip yarım gram kadar daha iyi hissetmek istedi. elbet, başaramadı öküz. kaşık bandırılmış keşkül tarifli suratında minicik bir tebessümün bile yapmacık kaldığı şu anda kahkahalar ona kutuplar kadar soğuk, penguenler kadar marjinal geldi.

en nihayetindeki öküzlüğünde ilk defa kendinden şikayet etti. bu çabasız mazoşistliğin bucaksız yaşamında onun ne kadar süründüreceği umur kapılarında bir kez daha yok oldu.

umutsuz bir öküz...