bugün
- ebru eroğlu12
- geceye bir şarkı bırak9
- menuet15
- joseph shomolo kuschca16
- tutuklanmış yazarlar8
- gecenin şarkısı21
- zafer partisi14
- muazzez ilmiye çığ25
- yapılan tatlının olmaması10
- bu escorta 400 dolar verilir mi11
- kedi sahibi olmayan sözlük kızı9
- at yarışından işe göre daha çok kazanmak18
- sadece kendi ai modelinizle yapabileceğiniz şeyler12
- anın görüntüsü24
- laptop alıp parasıyla rezil olan tip8
- chatgpt ile yazarların görselleri17
- bir sözlük erkeğine aşık olmak13
- düşün ki o bunu okuyor8
- abırın hala uludağ sözlüğü takip etmesi8
- başka sözlüklerde tarafıma laf sokan yazar8
- sözlük yazarlarının yaptığı salatalar9
- kuaför fiyatlarının kimseyi çıldırtmıyor oluşu16
- kılıçlı teğmenlerin pisi pisine suçlanması10
- kitap isimlerini pompa ile değiştir35
- fatih sultan mehmet'i ai ile taklit etmek11
- apo yu hapisten çıkartmaya çalışmak15
- sözlükte sağlam bir kürt yazar eksikliği17
- torununa köfte alamayan emekli teyzenin ağlaması27
- sezeryan müptelası kadınlar24
- atatürk'e düşman olanlar15
- ışıktan madde elde etmek13
- sizin laiklik anlayışınız islam düşmanlığı21
- bu saatte kahve içilir mi sorunsalı11
- sözlükte bilim konuşacak kişi bulamamak9
- sözlükten hatun kaldırmak12
- true'nun artık evlenmesi gerektiği9
- kim ulan bu muşlettin amca9
- first date12
- sarılıp uyumak istediğiniz yazarlar9
- güvenmemeyi nasıl öğrendin8
- sözlük yazarlarının akşam yemekleri10
- aşk çorabı12
- boşanmak10
- atatürk'ü sevmek mi lazım14
- yazarların en seksi bulduğu renk11
- karşı cinsten birinin sizde en çok beğendiği yer10
- ankara yı özlemek11
- 16 kasım 2024 jake paul vs mike tyson boks maçı21
- bir sözlük kızının kekini yemek24
- bir akrep kadını ile sevgili olmak12
bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir süratle icadları misaliyle akla yakınlaştırılabilecek yeniden diriltilme hadisesidir.
Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır.
Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor.
Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar.
Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar.
Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster.
Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir.
Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti' raiyetini başı boş bırakıp i'dam etme." diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem nümunelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu.
Elbette hakikî hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...
(Haşir Risalesi / 12- 13.Sayfa - Risale-i Nur)
Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor.
Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar.
Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar.
Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster.
Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir.
Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti' raiyetini başı boş bırakıp i'dam etme." diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem nümunelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu.
Elbette hakikî hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...
(Haşir Risalesi / 12- 13.Sayfa - Risale-i Nur)
Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen, öyle ise şu temsîlî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor.
Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi.
Fakat o sersem inat edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. ikisi arasında ciddî bir münazara başladı.
Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”
Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?
Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur?
Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir?
Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu islâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. işte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”
O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”
Arkadaşı ona cevaben dedi:“Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır.
Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir.
Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir.
Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi.
Yine o hain sersem, temerrüt edip, “inanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.
Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On iki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek.”
BiRiNCi SURET: Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden muti’lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.
iKiNCi SURET: Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır.
Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır.
Halbuki kerem ise, in’âm etmek ister.
Merhamet ise ihsansız olamaz.
izzet ise gayret ister.
Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister.
Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor.
Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SURET: Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor.
Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.
Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister.
Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor.
Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
SÖZLER KiTABI / 10. SÖZ / Haşir Risalesi
Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor.
Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi.
Fakat o sersem inat edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. ikisi arasında ciddî bir münazara başladı.
Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”
Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?
Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur?
Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir?
Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu islâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. işte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”
O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”
Arkadaşı ona cevaben dedi:“Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır.
Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir.
Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir.
Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi.
Yine o hain sersem, temerrüt edip, “inanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.
Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On iki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek.”
BiRiNCi SURET: Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden muti’lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.
iKiNCi SURET: Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır.
Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır.
Halbuki kerem ise, in’âm etmek ister.
Merhamet ise ihsansız olamaz.
izzet ise gayret ister.
Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister.
Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor.
Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SURET: Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor.
Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.
Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister.
Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor.
Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
SÖZLER KiTABI / 10. SÖZ / Haşir Risalesi
DÖRDÜNCÜ SURET : Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır.
Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister.
Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zevâl ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, muciznümâ bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar.
Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır. Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister.
Mahfî, nazirsiz cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vech ile görmek; biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister.
Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl, zail müştaka razı olamaz.
Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
BEŞiNCi SURET: Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu.
Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
ALTINCI SURET: işte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, hükmediyor.
Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister. Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşanır.
Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor.
Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
işte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.
RiSALE-i NUR / SÖZLER KiTABI / / 10.SÖZ -HAŞiR RiSALESi
Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister.
Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zevâl ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, muciznümâ bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar.
Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır. Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister.
Mahfî, nazirsiz cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vech ile görmek; biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister.
Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl, zail müştaka razı olamaz.
Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
BEŞiNCi SURET: Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu.
Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
ALTINCI SURET: işte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, hükmediyor.
Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister. Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşanır.
Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor.
Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
işte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.
RiSALE-i NUR / SÖZLER KiTABI / / 10.SÖZ -HAŞiR RiSALESi
YEDiNCi SURET: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim.
işte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar.
Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki,bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.
işte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin?
Halbuki, o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
SEKiZiNCi SURET: Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve muti’leri mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.”
Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır. işte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzip ediyorsun.
Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor!
Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır. Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.
DOKUZUNCU SURET: Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına ki, herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var.
Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor.
Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vech ile hulfü’l-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir.
Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimî saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz.
Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevâlsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. Demek bir diyar-ı âhar var; elbette o makarra gidilecektir.
RiSALE-i NUR / sözler kitabı / 10. söz / haşir risalesi
işte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar.
Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki,bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.
işte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin?
Halbuki, o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
SEKiZiNCi SURET: Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve muti’leri mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.”
Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır. işte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzip ediyorsun.
Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor!
Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır. Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.
DOKUZUNCU SURET: Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına ki, herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var.
Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor.
Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vech ile hulfü’l-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir.
Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimî saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz.
Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevâlsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. Demek bir diyar-ı âhar var; elbette o makarra gidilecektir.
RiSALE-i NUR / sözler kitabı / 10. söz / haşir risalesi
ONUNCU SURET: Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir. Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz.
işte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı.
Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar.
Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?” işte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor.
Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar bir masraf yapılıyor.
Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın.
Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.
Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek.
Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek.
Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.
ON BiRiNCi SURET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.
işte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar.
Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zahir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âli bir adaletin emârâtı, ne derece vâsi bir merhametin semerâtı görünüyor.
Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.
Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyeti bulunmazsa şu hikmet, inâyet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar olamadığı malûm; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir.
Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini hâşâ sümme hâşâ sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâ’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adalet tamamen tezahür etsinler.
ON iKiNCi SURET: Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim.
Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız: Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir.
Şu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir.
Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne bir hayat için olabilir.
Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır.
Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mes’uliyetler vardır.
Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur.
Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. işte buna kıyas et.
Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır.
Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir.
Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun.
Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.
SÖZLER KiTABI / 10.SÖZ - RiSALE-i NUR
işte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı.
Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar.
Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?” işte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor.
Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar bir masraf yapılıyor.
Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın.
Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.
Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek.
Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek.
Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.
ON BiRiNCi SURET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.
işte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar.
Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zahir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âli bir adaletin emârâtı, ne derece vâsi bir merhametin semerâtı görünüyor.
Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.
Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyeti bulunmazsa şu hikmet, inâyet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar olamadığı malûm; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir.
Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini hâşâ sümme hâşâ sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâ’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adalet tamamen tezahür etsinler.
ON iKiNCi SURET: Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim.
Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız: Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir.
Şu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir.
Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne bir hayat için olabilir.
Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır.
Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mes’uliyetler vardır.
Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur.
Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. işte buna kıyas et.
Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır.
Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir.
Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun.
Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.
SÖZLER KiTABI / 10.SÖZ - RiSALE-i NUR
Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On iki Surete münhasırdır.
Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir.
Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.
Bahusus, gel sana On iki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim. işte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebliğatta bulunuyor.
Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte tâlik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.
Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız; eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.
Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle icazkâr bir turra var ki, hiçbir vech ile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir.
Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zâtı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri olduğunu yakinen anlar.
Acaba, o yâver-i ekrem, o ferman-ı âzamla beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin. Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi?
Yalnız derim ki: Elhamdülillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum.
Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.”
işte, haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu.
Sözler kitabı / Risale-i nur / 10.söz
Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir.
Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.
Bahusus, gel sana On iki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim. işte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebliğatta bulunuyor.
Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte tâlik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.
Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız; eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.
Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle icazkâr bir turra var ki, hiçbir vech ile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir.
Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zâtı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri olduğunu yakinen anlar.
Acaba, o yâver-i ekrem, o ferman-ı âzamla beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin. Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi?
Yalnız derim ki: Elhamdülillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum.
Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.”
işte, haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu.
Sözler kitabı / Risale-i nur / 10.söz
öldükten sonra dirilme.
güncel Önemli Başlıklar