bugün

yanlış anlamalara kurban verdiğimiz kısa bir ömür... ne dinlemeyi biliyoruz ne de anlatmayı!
çok bilip az anlayan bir milletin illetli çocuklarıyız... her şeyin en iyisini bilmek ve hakikatin sırrına bile ermek bize mahsus. zaman-mekan ötesi öylesine aşmış bir tasavvurumuz var ki, kelimelere boğulmadan diyaframdan gelen nefes ses tellerini bile titreşmeden anlıyor, kulağa ilişmeyen sese cevap veriyoruz..
belli bir temeli olmayan düşünce, üstüne bina edilmeye çalışılan inşayı kaldıramıyor, eğilip bükülüyor... temeli sağlam atmıyor, inşaatı sağlam malzemelerle yükseltmeye çalışıyoruz, sonrası hüsran... molozlar arasında kalıp kan kaybediyor, kahrediyor lanet okuyoruz hayata... kendi düşen ağlayamıyor, ağlatarak soğutuyor hıçlarını... zor olanı seçip, anlamsızlaştırma telaşına giriyor, kendi bile anlayamıyor içinde olduğu çabanın gereğini... üstüne yapışan enaniyeti gözüne mil çekmekle kalmıyor, alıyor tüm duyularını... işte karşınızda benlikten ibaret koca bir hiç! dönmekte olan dünya, bu boşluğu çevreleyip yamamaktan yorulmuş artık. daha yavaş dönüyor, çok daha yavaş...
kelimeleri unutup, yakındır dumana dönüş!
içi boş,
boşa çalan bir yorgunlukla..
içini boşaltmış olan yazarın bir kaç dakika düşünmesine sebep olan durumudur. Çünkü, biliniyor ki; sözlük içerisinde çoğu yazar ve yazarımsı nick sahibi bünyeler, sadece başlık okumakla yetiniyor. bunun doğrultusunda, başlığın şehvetine göre hemen boğanın kırmızı renkli örtüyü görmesi misali, sıcak sıcak entrylerini giriyorlar. halbuki başlıkların çoğu ironi temellidir. altındaki yazıyı okusa, aynı görüşte olduğunu anlayacaktır. fakat "okumak" adına o kadar üşengeciz ki...
soruyorum kendime, ne yapmalı, nasıl bir anlaşma yoluna gitmeli hayatla? veya sıyrılıp sorulardan, tüm çarpıklıkları göz altı edip stabil bir dünya varmışçasına mı yaşamalı? dengesiz bir dünyayı var eden degesizlerin, istikrarlı tutumları tüm dengeleri alaşağı ediyor. siyanür kokan sokaklarda, temiz hava solumak ne zormuş! yeni dünya özlemiyle dar dünyamızı aydınlatsın diye tutuşturulan meşale ışıtmıyor sokakları ve artıkları öldürüyor çocukları. yeni dünya, ah ne güzel bir dünya bu! kelle koltukta gezenlere adres soran kurşunların nidaları hala akılda, barışa hasret olanlar ve gözünü budağa dikenler dün gibi buldozer altında can çekişiyor.. amansız hastalıklardan değil susuzluktan ölen çocukların yasını şampanya eşliğinde kutlayan bir dünya bu! milyon dolarlar karşılığı podyuma çıkan ne çok, ne hoş, ne güzel kadınlar varmış bu yeni dünyada, sırf onlara destek için!

bileğinin hakkıyla bol sıfırlı ihalelere imza atan koca holdinglerin kurduğu vakıflar var. sadece dullar, yetimler, öksüzler ve kimsesizler için çalışan. iki kare fotoğraf sonrası sefalet.. bir oy için gece gündüz çalışan, direk sırtlarından okullara koşan, uykusuz kalıp işvereninden fırça yiyen siyasetçiler işte bunlar ancak palitikacıların ikinci yüzüyle tanışmayan yüce insanlar, bilmiyorlar hangi masada meze olduklarını.. emekçiler, balık ekmek hayaliyle günü geçiştirme telaşındayken, milyon dolar karı beğenmeyen kutsal patronların oyuncağı.. şanslı doğar doğudaki çocuk, törpülenmemiş umuduyla bir çift pabuç, yeni bir hırka, bir de yemek sonrası helva, daha ne umsundu hayattan.. ama yeni dünya güzeldir, sular çağlar, kızlar teklif eder, yüksek apartmanlar, loş ışıklar... büyükşehir - yeni dünya, bilmez ki kan kusturduğunu, yozlaştırdığını, lime lime doğradığını.. bilir de işine gelmez aslında, teyakkuz halinde olacaktır çünkü, ama nafile!

acı miktarı çokça fazla olan ama pahada çok ağır seviçlerle dengelenen bir dünya. yeni dünya güzeldi aslında, umursuz, kaygısız biraz da fütursuz.. çakır keyif, kova dibi hatta sek! sonra sex güzel şeymiş dedirten süt gibi hatunlar, pırlantalar, spor arabalar.. beş yıldızlı otellerin kral dairesi, residance, country, zekeriyaköy..

ağaların, paşaların imrentileriyse farklı, şaraba sarılıp paspal bir halde bankta uyumaya paha biçemez, makyajsız sokakta dolaşmanın hayaliyle kalkarlar, kuru fasulye yiyip suyuna ekemek banmaya paha biçilemez..

düşünce özgürlüğünü üçkuruşa yeni dünyaya peşkeş çekenler, zenginler, fakirler, dinliler, dinsizler.. yeni dünyanız size kalsın, ben el sıkışmayacağım kana bulanmış sefalet kokan vaatlerinizle..
nöbetteyim gece serin
membağından gelen ses
keser kulaklarımı davudi
alev alev yakamayan ateş
hala sıcak ibrahim'i
ayrılmış iki yana kalbim
tutunduğum dal ucunda musa

efil efil esen buhran
içli kaldırımları titretir
efsunlanmış kelimeler
metruk mahallerin
debdebeli tapınaklarında
gevşemiş dizlerim
iki rekat sonra

savrulur başı ateş açar
vuslata bilenmiş hasret
kabil habil'e kardeşti
ben derdine düşünce
canan'ı boğdu kibirle
ziftin peki sigara
ne güzel sarıyor yelkovanı

gelinlik kızların rüyası
çatlıyor karanlığı ondördünde
ay en parlak halinde bugün
büyük ayıya kafa tutmuş küçüğü
samanyolu olmuş harman yeri
bunca cümbüş içinde bile
parlak gözlerinin kaybolan feri
oynatmış zembereği yerinden
yalnızlığı..
devran dönsün bırak!
her vurduğu kıyı yakın gelecek, tanıdık bir haber salacak yeni güne. berilmiş yakınlıklığın ırağında duracak, yumuşak tavı şekil verecek biraz düşük. titrek ellerinde taze sarılmış cigara, iki nefes sonra dönecek başı - tütürüp türkeleri dumanla yapacak ayin. sonra kendini fala açıp olmamışı olduracak kimin içinde, dokunulmazlığı düşmeden önce..
kimsenin kimi olmadan, kimin kimsesi olmaya çalışıp kimsiz, kimsesiz, kimliksiz kalacak. kimin içinde kimliğini aramak/ sorgulamak
aklettirecek belki, şüphe düşürecek hatta, sorduracak en bilinmez soruları
sorulan sorunun içinden çıkarmak için cevabı, hırpalayacak, yaracak kalbini, altını kazacak. cevabı bulabilme ihtimalinin olduğunu sanacak. ne yanılgı ama!
aymazlığını ötelemek daha çok yoracak, cevapsızlığı kabul etmeyişi ağır gelecek ve biraz daha düşecek. yanlış sorundan doğru cevap çıkarmaya inat edip direnmek...
ne boş, ne vakitsiz, ne sancılı, ne samimiyetsiz bir süreç/son cevapsızlık uğrunda.

akıl bir savrulup, bir durulur ama akar gider
kıyıya vurduğu noktadan ne çok mesafe var cevaba
karaya çıkıp yürümeyi reddettiği gün bitmişti, tükenmişti vicdanı ve cevaba olan inancı...
işte bu son düşüş..
eremediği noktada ne vardı kim bilir?
boğazına kadar batmış, ama debelenmeden, ama yadırgamadan içinde bulunduğu durumu, sükunetini koruyor çocuk.
modern ne fiyakalı bir kavram amma!
sığınağı leş dolu, sığınanları kaygısız.
içinde bulunduğu boktan hale bakmadan, elinde kalan başı bozuk kavramlarla hala caka satıyor çocuk..
bir tutam pislikten gelen muazzam benliğini terkettiği gün, rabbiyesini kuma gömüp, şeytanı çıkarmış baştan çocuk.
vasfen değersiz, bir dakikalık heyecan mahsulü düşük!
her zevki tadan çocuk, uykusunda kan kusuyor, kendi terinde boğuluyor gece!
uyanmak, uyandırmak, yeni günü aydın karşılamak için,
artık yalnız kalmalı çocuk, yitip giden günlere inat yitirmemek için vicdanını, topraktan çıkarmalı kendi elleriyle gömdüğü yüzünü.
yola çıkarken kendine dönüp, yolda bulacak kendini çocuk.

toprağı göğün mavi rengiyle sundurmalı,
toprağa olan nefretinden arınıp el açmalı, boyu eğmeli, aklı suküt etmeli, dinlemeli kendini..
dinlenmeli ki kaybettiği değeri bulabilsin yine kendiyle, kendince, kendinde..
üşümeli ve titremeli biraz.. titrerken hissetmeli sonra kanın toprağa duyduğu özlemi..

yanışı, tutuluşu, yakarışı..
hayatın bir gereği mi iddia sahibi olmak? hayatta kalmanın ve hayata tutunmanın şartı mı?
bir veya daha fazla konuda iddialı olmak zorunda mı insan? iddiasız bir dünya varsayılamaz mı mesela?

sonra iddia sahibi yanılamaz mı? ve ağzından çıkan o iddialı sözler sahibini yüzüstü bırakmaz mı?

iddia etmek, iddialı bir hale bürünmek; iddia edilen kabiliyetin, yetinin, bilginin, erdemin... artık neyse o iddia edilen şey, bu şeyin kendi kendine "sahip" olunduğu anlamını katmaktadır. üzerinde iddia edilen, "sahip" olunan o şeyin kimsenin iradesine bağlı olmadığını ve kendi iradesiyle (ben tarafından) vuku bulduğunu anlatır. iddia bir nevi baş kaldırış, kafa tutuştur..
halbuki o "sahip"lik taslanan şey, sahip'in izniyle kazanılan bir haldir. ve iddia etmek aslında o şey hakkında o'nun bilgisini ve iznini yok saymak anlamına gelir..

şu bir gerçek ki; iddia sahibi, bir gün mutlaka o çok güvendiği iddiası ile yüzleşmek zorunda kalıyor, hatta "bırakılıyor". ve çoğumuz "malik" olmadığımız bu iddiaların altında eziliyoruz, yıpranıyoruz adeta can çekişiyoruz..
ve acı bir şekilde görüyoruz, o "sahip"lik taslanan şeylerin aslında hiçbirinin ben'de, bizde var olmadığını, o şeylerin "sahip"inin biz olmadığımızı..

peki ne yapmalı insan? bildiğini, öğrendiğini, "sahip" olduğu/oldurulduğu şeyi, ilmi nasıl dile getirmeli?

şükür yetmez mi insana iddia yerine? ki şükür; ağzımızdan çıkan her kelimenin doğru şekilde telaffuz edildiği anlamına gelir. gereksiz, yersiz bir "sahip"lik yerine, verdiklerinden, iddia edecek/edilecek edinimi kazandırdığından dolayı sadece gerçek sahib'e şükretmek/ şükürle yetinmek, ne güzel ve ne yerinde bir davranış..
insan ya bildiği, edindiği, kazandığı, "sahip" olduğu bilginin, meziyetlerin ışığında iddia eder ve ya bu hal üzere olduğu için şükreder..
aslında yersiz bir şekilde, mesnetsiz bir halde kendine duyulan güven ve bu benliği dile getiriş, insanı yüceltmek yerine küçültmektedir..

bir de bunun tersi "sahip" olunmayan/olunamayan şeyler vardır. bu halde ne yapıyor insan? genelde dillendirilmeyen bu hali kendi kendine, kendinde var olmayan, "sahip" olamadığı şeyleri (aslında kendini, "ben"i) yerip kahrediyor, sonrada o'nun varlığını ve iradesini görmezden geliyor.

bu "sahip"lik duygusu ne menem bir halmiş a dostlar!

aslında şükürden daha faziletli olan hamd(etme) "sahip" olunmayan, yahut "sahip"liği sadece sevinç ve kazanç değil, hüzün ve sıkıntı halinde de, bu sıkıntı yahut bolluğun o'ndan geldiğini kabullenme/iman etmek demektir.
şükürse "sahip" olunanın sevinciyle bir nevi teşekkürdür, teşekkür zaten şükürden, şükretmekten gelmektedir..

hasılı demem o'dur ki; insan iddiayı bırakıp, hamdetmeli.. buna da yapamıyorsa en azından şükretmeli, teşekkür etmeli sahib'e!

hem biliyor musunuz, deliler hiçbir konuda iddaalı bir şekilde konuşmazlar. zaten deli olmak, delirmek demek; ben'likten, ben'den sıyrılmak demektir. delinin bir ben'liği yoktur, bu yüzden neron'da olur, pele'de ama iddaa edemez, çünkü en başta bir ben'liğe sahip değildir.. bu yüzden mükellef de değildir..
yeşile dönmeden kal öylece
mavi kalsın yalan
altın sarısı saçlar gerçek
arayanların bulamadığı
bulanların hatırlamadığı
nasıllar niçinler
ne yalan ne gerçek
ama sıcak ama soğuk
sokak lambası gibi
bir yanar bir söner

rengin hatırlanmasın
hatta umursanmasın
rengini görenler bu "o" desin sadece
tanımlayamadan tanısın
sonra unutsun yine
seni ve rengini
önemli olan sokak lambaları zaten
biraz yüksek ve derin
hep aydın ve köklü
yeşile dönmeden kal öylece..
çünküleri defet! yer aç biraz kendine.
niçinlere, nedenlere, nasıllara sarıl ve gir koynuna,
bedeli ölüm olsun cevapsızlığın..

keskin nasıllar edin pazardan, cevabı tatmin etmesin fahişe ruhunu.
bileme ama bilen her tatminsizlikle, senden başlamayı aklet bu defa ki,
kanasın daha önce hiç hissetmemiş olduğun bir acıyla ve irkilsin ucuz hayallerin.
nasıldan sonra..

nedenle yüzleşirken hiç olmayan, hiç olmamış hatta olma ihtimali düşünülmeyen olsun artık ve kızarsın yüzün!
nedenlerle karşılaşılmaz sokakta, herkesin gücü yetmez nedenlerin koyuna girmeye.
neden, nasıldan fahiştir her fahişenin gözünde.
ağırlığı herkesçe bilinir ama kimse alamaz ağzına, gelemez dile...
nedenin karanlığı her fahişenin kabusudur,
ruhun sahipsizliğine her çünkü kucak açar,
her çünkü çoktur ve nedeni yoktur.
nedenden sonra..

niçin nadirdir, narindir, bulunması çok güçtür.
son noktadır, sondadır, sondur.
eşsiz ve paha biçilemezdir niçin,
niçinle yüzleşmek son kez kucak açmakmaktır,
silahtaki son kurşundur niçin ve sadece fahişeleri vurur şakağından.
niçinle yatan, kendiyle kalkar.
saçları beyazlar, gözleri görmez.
ama hisseder,
sonra..

ölüm eşikteyken hisseden çünkü demez,
artık bilir..
bir nevi kafa nereye ben oraya yazılarıdır.
us ile uslanmayıp, beklemek
aklı yere serip, yerinden saymaktı
oysa sen, sen'e kalmalı
seni kavrayıp, bana vurmalıydın
yerinden saymak, yerini bilmekti
ne fazla, ne eksik kendini saymaktı
saydıkça, çoğalmadığını anlamaktı benin
ben nerde sen oradaydı
sen sende değildin hala,
sen hiç sen'e kalmamıştın ki


aklımdan zorum vardı benim
zor olan akıllı olmak değildi
us ile uslananlarsa kolayı seçmişti
yettiği yok zaten,
bırak da üşümeye yüz tutsun dün
boyun bükeni ancak yarın ayrıracağız eğenden
ve mahcup papatyalar bir gün yutacak arsız insanları
işte o gün
var ve yok arasında kalan tüm boşlukları sarıya boyayıp
beyazlamış saçlarından bir tutam koparanlar
oyacak toprağı iki metre
tepeden bakanlar hiç göremedi kendini
bilemedi asla!
kendini arayana iki metrenin derinliği bile yetti
ve beyaz yakışmadı herkese..
"sigarayı bırakmak, ne büyük bir ahmaklık!" demişti uzun filtreli sigarasını derin derin içine çekerken dertli bir arkadaşım.
bir diğeri, "beni en çok tahrik eden şey, filtrede kalan ruj izidir. sigara beni sapkınlığa sevk ediyor." demişti.
bense gülüp geçmiştim, ikisinede..
ahmak olmadığımı zanneden arkadaşıma, ahmaklığımı savunmadığım için hala çok pişmanım. belki kadın olmadığım için savunmamıştım ahmaklığımı ama her halükarda şanslıydı diğer arkadaşım, yoksa ben yüzünden sapkın biri olacaktı..
hava sahası dumansız, ama zihinlerdeki duman kaçacak delik bulamıyor. bulsa da reddecek, eminim..
yüzüm tutsa, yeniden merhaba diyebilir, hatta daha yakın olabilmek için koca cüssemi bir adım ileri taşıyıp, yola düşebilirdim.
sonrası iyilik güzellik olurdu herhalde şeytanın elleri bağlandığı gün..

şeytan taşlayanların başları, attıkları her taşla biraz daha yarılmalı. önce kendi şeytanları boğulmalı bir kaşık suda. sonrası yine iyilik yine güzellik..

şeytan ne çok bölünebiliyormuş, bunu her gün aynaya bakarak bildim.. ancak bakabildim...

yolda bir verip on bekleyenler, düştükleri yerde kaldılar. çok bekleyip hiç olanlar düştükleri yoldan çıkıp, güç buldular..
o kadar içten mırıldanmışım ki
sesimi ben bile duymamışım
duyulsaydı sesim
önce ben duyabilseydim
sana duyurabilseydim sonra
tekrar yürüyebilseydik beraber
düştüğümüz yolların kiri pası işleydi bize
biz olsaydık kirlendikçe
kirlendikçe çocukluk deyip geçseydik
omo reklamından ibaret sayılmasaydı
saydıkça çoğalırdı günah

seninle tanısın çocuklar temizliği
ve seninle kire pasa bulansın..
dondurulmuş anlamların sızısı
çatırdatacak arzı
eşikte bekleyen can çıkarken

bir kız çocuğunun mütebessim çehresiyle
yeşile hasret gözler kıyama duracak o gün
sadece gamzesi hatırda kalanların
üstünden geçecek tüm iyi niyetler
ılık damlalar çağlarken
bölünmüş hikayeler koparacak kıyameti

ve o gün silinmeye yüz tutmuş
tüm yazılar dile gelecek
sırasını savanlar cinnetine koşarken..
karaktersiz insana benzer.
maddiyat uğruna satılmış eski dostlukları gördüğüm her vakit, dostlarımın sağlığına şükreder kendimi şanslı addederdim. dün gibi canlıydı ve en fazla birkaç hafta geçmişti üstünden son şükrümün. iki insanın arada bir rant bağıntısı olmaksızın bir araya gelmesi ancak filmlerde görülürdü. rantın mahiyeti dostlar açısından manen ağır bir külfetti. bu külfeti göze almaksızın dost tutmak namümkündü. ve bedelli bir bağlanıştı dostluk bağıyla bağlanmak. bu yükün manevi ağırlığı maddiyatı sindirmeliydi. sinmeyen maddi ranta rağmen dost tutulamazdı. en güçlü dostluk bağının temeli maddi çıkarsızlıklarla atılır, manen fedanın getirdiği yükümlülükle pekişirdi. çıkarsızlığın her iki ucu bu eylemin etkeni olmakla yükümlüydü. bir ucun etken, diğer ucun edilgen olması düşünülemezdi. ilk fedanın ardından körüklenen dostluk, her feda edişin ardından kuvvetlenen bir sarmala dönüşürdü. sarmal sımsıkı kenetlendiği andan itibaren çözülüş süreci akla düşen ilk gölge ile başlardı. bunun adı şüpheydi. şüphe kemirmeyle başlar ve semirene kadar durmaz bu bağı. zamanında parmakla gösterilen, artık bir olmuş sarmalın ayrılışında iki düşman peyda olurdu.

eski dostlar artık çarpışmaya hazır kıtalar halini almıştır. cephaneliklerinde kurşundan ağır feda edişleri vardır. zamanında bile isteye, güle oynaya, seve seve yapılmış her iyilik çomak olur girer arı kovanının derinliklerine. ta ki içini dışına çıkarıncaya dek. geçmişin, gitmemiş anılar bütünü olduğunu hisseder taraflar. geçmişin, bitmemiş hesaplar manzumesi olduğunun ispatı peşinde koşarlar durmaksızın. artık tek ortak mutabakata imza atacak olan eskinin dostları, şimdinin azılı düşmanları. uğruna feda edilmiş her şeyi yitik zamanların öfkesine bulayarak kısar gözlerini ve kendinliğinden feragat ettiği her anın acısıyla başlar savaş.

iki insanın eskiden bir dostluğu vardıysa, bugüne kalan iki insanın iki doğrusu ve iki yanlışı vardır. artık doğrular sadece kendini doğrulmak içindir. yanlışlarsa düşmanı püskürtmek için. hep aynı nakarat döner durur, yazıklar olsun- devamında gözüne sokmak için kullanılır tüm fedakarlıklar.

belki it dalaşına, belki sidik yarıştırmaya döner işin sonu. işte mutlu bitmeyen filmin sonudur burası. iki doğru - iki yanlış. ama doğru, ama yanlış..
yeşile dönerken gece saracak, merhameti sonun başladığı yeri
boşluk doldukça hafifletecek iri cüsseli -kim dediğinde ben diyebilen her- kimi
etraflıca düşünüp şimdi dediğinde oturmayanlar sarınacak kutlu payeyi
ilmeğin ta başında bocalayanlar sendeledikçe çözülecek
işlenmemiş her cevher yüz eskitecek

çıkılan yolun birliğini sağlamak için ifraz ettiğimiz her parçamız kurumuş, dökülmüş
salik geceye bulanmış, gece karartmış..
bazen bırakıp her şeyi, dağınık
dinlemek istersin kulağına hoş çalan bir şarkı
ne anlatır bu şarkılar? nasıl yankılanır bütün izleri?
toprağa kapanıp haykırmak, geleni gelmekte olanı
dili bağlanmış tüm kelimelere ses olmak
kuş ve dalga sesleri olmadan anlatılsa
geçenin geçmekte olanın, havanın karatısına şükür ile
bol şans dileyenler ve yalancı dilekler
bitip tükemez sağaltışlar
girse yerin dibine
yeşil olmasa hep kahverengi olsa mevsimler
unutturur belki soğuk bir yaz gecesi
afyon çekerek hu diyenleri
bulup çıkarsak göklere
yüzü olsada konuşsa
büyüklüğü su gibi satanlar
tuzlu ve ıslak ve karanlık bir gecede..
dönüp baktığımda
her gece sahteydi gündüzün olduğu gibi
suya kanan ben suyla kandırılmıştım
şarabın lezzetini de biliyordum bal gibi
döndürüp seni haykırmak varken
kısıp senini radyonun
gözlemişim izlerini gizli
hem neden düşmeliydim aklına
göz ucuyla indirdiğim perdenin
avuç içine sığdığı günde..
başlıksız, kala kalsaydım bir gün, tarihsiz ve tarifsiz, şöyle saçmalardım bilesiniz. amaçsız, avare serseri, kendinde değil, ama sarhoş hiç değil, sevgisiz sevgilisiz, arayan bir gece geçerdi aklımdan şüphesiz;
.....
kara kış değildi kıştı, beyaz
kelebeklerin taarruzu.
ne bir şemsiye ne bir başlık.
başlıksız korkarım gecelerde.
kelimelerim ürkek süvari,
pusulasız.
ne yazsam ne yazsam diye yalvarsam,
göklere gibi yukarılarda gözüm,
yoksun.
bir adım atar gibi yazıyorum adını,
taşa takılıyor iki gözüm çeşme yoksun.
mektup yazıyorum arıyorum,
pulsuz başlıksız.
şiir yazıyorum noktalı virgül bir hece,
ve her gece,
saat tam on biri çok geçe,
bekçi diyor nafile
kapalı olur buralarda her gece meyhane.
kelebeklerin taarruzu,
nefessiz kara yeller,
başlıksız hep,
ricat süvariler, kelimeler.
köpek havlıyor,
pencere aralıklarından sızan iniltiler,
yüzüme çarpıyor soğuk.
şen
şakrak
ah başlıksız aşklar
başlıksız
nihayetsiz
kara bir çamur bile olsam
sensiz
sen, sen
benim müstesna başlığım
yeganem.
gitme deseydim, bırakır mıydın kendini bana?
uçuşan saçlarınla savurduğun hayallerimi
kuşatacak duvarları örerken
görünmeseydi yıldızlar
yalnızlık uykusuzluğa isyan ederdi
çatardı kaşlarını gök gürlerdi
damlalar ıslatırken beni
seni yakardı alevler
kuşatılmış kalelerde
direnmek teslim olmaktan kolaydı
zafersiz meydanların tozuna kattığın
bir ben varsa şayet
hatırlanacak tek anı, -nasılsın?..

ne tadı var çayın ne kahvenin
sigara hala sen kokarken..
iyilikten maraz doğruracakları mazur görsedim eğer
öldürecek kimse kalmazdı
iki metre toprağa boğulanda
hiçbirinin başında fatiha okunmayacaktı
üzüldüğüm yoktu buna
ama öldürecek kimse kalmasaydı
sevecek kimsede olmazdı
üç nokta arasına sığdırdığım hayat
ölümle mi son bulacaktı...
gece sessizliğine boğulanda nefes almak ne zor!
el ayak çekilende yıkılan duvarların altında
akar zaman üstüne yıldızlar dökülür pul pul
su yol alırken dökülen yıldızlardan taç yapan
temiz kalır ve yalız..