bugün

manava gidip ordan bir domates ver demek

heyhat...
bundan yıllar yıllar önce idi...
her sene alamanya'dan gemi gibi ford granada'larına atlayıp gelirdi teyzemler. tabii evin büyükleri onları başka gözlerle bekler iken biz küçükler çok daha fazla beklentiler içerisinde sabırsızlanırdık.
nasıl sabırsızlanmayalım ki? mahalledeki kopillerin ömrü hayatınca görmediği oyuncakları ve çikolataları beklerdik sene boyunca dört gözle.
hediyelerimizi alır ve sofraya otururduk hep birlikte. teyzemoğlu ve eniştem sanki alamanya gibi bir medeni memleketten gelmiyorlar da etiyopya'daki kıtlıktan çıkmışlar gibi saldırırlardı sofraya.
artık allah ne verdiyse büyük bir iştahla yerlerdi. soframızda bulunan sebzeler, meyveler onlar için bulunmaz nimetlerdi.
öyle ki teyzemoğlu domatesin, salatalıkın, elmanın, armutun alamanya'da tane ile satıldığını söylerdi de inanmazık. "hasiktir ulan olur mu öyle şey" derdik. netekim inanırdık bu inanışımız az sonra yerini acımaya bırakırdı.
neden acımayalım ki?
bizler türk evlatları olarak anavatanımızda herşeyin en tazesini, en iyisini istediğimiz vakit alıp mevsiminde büyük bir keyifle yiyebilen bir nesildik...

işte bunları düşündüm bugün birdenbire.
mahallede bulunan süpermarketten gazoz ve sigara alırken sağ tarafta bulunan manav reyonundan komşu kadın tek domates istediğinde o günlere gittim.
alamancı teyzemoğlu geldi aklıma...onlar da tane ile yiyorlardı domatesi ve bilimum nebatatı...

vay anuna koyayım arkadaş deim...vay anuna koyayım...biz bu hallere düşecek memleket miydik.

herneyse,
"koy götüne rahvan gitsin" diyerekten eve doğru seyirttim.
neden düşüneyim ki? memleketi ben mi yönetiyordum sanki?
üstelik ben bilinçli bir vatandaş olarak önlemimi almış tam 25 tl'ye evimin arka bahçesinde 12 metrekarelik bir sera mal etmiştim.
peşinen söyleyeyim sera dediysem nalburdan aldığım naylon brandaların 8 lik inşaat demirine geçirilmesi ile ortaya çıkarılmış bir seradır efendim. seracı meslek erbapları lütfen çemkirmesinler...
ben tabii tüm bunları yaparken benim benden daha üstün zekaya sahip hanımım da pazardan aldığımız domateslerden elde ettiği tohumlarla seramızı adeta bir domates tarlasına çevirmişti bile...
çevirmişti çevirmesine ammavelakin fidelerimiz bir türlü meyve vermemekteydi.

eve geldiğimde bugün markette şahit olduklarımı hanıma anlattım.
"hadi seramıza gidelim de kendi organik über domateslerimizi toplayalım" dedim. lakin aldığım cevap günler önce şahit olduğum görüntü ile aynı idi.
domatesler neredeyse bacak boyuna ulaşmış ama üzerinde ilaç için bir tek domates yoktu.

"ulan" dedim "bu antalya'daki seralara dadanan süne zararlıları acep bizim seraya da mı dadandı" diyerekten, ziraat mühendisi olan amcaoğlumu aradım.

"abi bir saat sonra gelir bir kahvenizi içerim" dedi ve tam 1 saat sonra geldi.
sorunu anlattım, seraya bir göz attı, hanımdan dikim tekniklerini dinledikten sonra bono gibi kahkahayı patlattı.
tabii ben ve hanım bu ukalalığın neden kaynaklandığını anlamayaraktan sorduk kendisine.

bir ülke gerçeği olan cevabını ve boyumuzun ölçüsünü aldık.
meğer bizim tohum aldığımız domatesler, yani pazar domatesleri şu meşhur israil tohumlarından üretilen domateslermiş, yani tohumu alınamazmış, alınsa dahi ürün vermez, bizim fideler gibi kısır kalırmış...

"yani", dedim amcaoğluna, "elin oğlu bize boruyu köküne kadar döşemiş anladığım kadarıyla"...

"aynen öyle abi" diyerekten hak verdi söylediğime.

derken amcaoğlu müsade istedi. "seneye beni arayın da tohum ayarlarım size" dedi.

üzüldüm bir sigara yaktım. hanıma bir kahve yapmasını söyledim.

o da yapacağını ama önce süpermarkete gitmem gerektiğini söyledi.

"peki" diyerek kalktım yerimden. ne alınacağını sorduğumda aldığım cevapla gün içinde zilyonuncu kez şaşkınlık yaşamam bir oldu.

"iki tane domates alıver de salataya koyayım"...

yazının ana fikri: güvendiğin dağlara kar yağması ve düşmez kalkmaz bir allah sözlerinin karışımı olsa gerek...

bu günün hatırası için ise bir de görsel ekleyelim;
görsel