bugün

marcosson ve mustafa kemal atatürk ün görüşmesi

“ The Saturday Evening Post” dergisi yazarlarından isaac F. Marcosson 1923 Temmuz ayında Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal Paşa ile bir görüşme yapmıştır. Daha sonra adı geçen derginin 20 Ekim 1923 tarihli sayısında bu görüşme ile Anadolu seyahati izlenimlerini kaleme alan bir yazı yayımlamıştır. Yazarın -Lozan Antlaşması arifesinde- istanbul’dan hareketle Mudanya-Bursa üzerinden Ankara’ya gelişi, Ankara’daki temasları ve Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi, Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki birçok ilginç olayı da sergilemektedir. “Kemal Paşa” adını taşıyan bu uzun yazıdan -okuyucuların da ilgisini çekebilecek— bazı bölümler sunuyoruz.

Bir zamanlar Ankara, sadece kedileri ve keçileriyle ünlüydü. Bugün, Anadolu’nun uzak tepelerindeki bu eski, hantal şehrin, dünya çapında başka bir önemi var. O, sadece yeniden kurulmuş Türk Devletinin başkenti ve dolayısıyla bütün çağdaş demokrasi deneyimlerinin en renklisinin merkezi değil, aynı zamanda Dünya Savaşının acı sonuçlarının ortaya çıkardığı birçok önemli şahsiyet arasında sivrilen -tam unvanıyla- Gazi Mustafa Kemal Paşa’nm da yaşadığı yer.

Savaş içinde doğmuş olan Türk Devletinin kritik bir saatinde, bu kişiyle Ankara’da konuştum. Lozan Konferansı dağılmak üzereydi. Savaş veya barış hâlâ boşlukta sallanıyordu. Daha dün Başvekil Rauf Bey bana şunları söyledi: “Eğer Müttefikler savaş istiyorlarsa, istediklerini elde edebilirler”. Hava, gerginlik ve belirsizlik doluydu. Sıkıntılı çevrenin üzerinde, kendisini görmek için bu kadar yol gittiğim şefin tâviz vermez varlığı dolaşıyordu. Hükümetin kendisi gibi, olaylar da onun etrafında dönüp duruyordu.

Seyahatin güçlüğü, çevrenin çetin ve dramatik karakteri açısından Anadolu, bir yıl önce Sun Yat-sen’i görmek için yaptığım Güney Çin cephesi gezisini çok andırıyordu. Onunla Kemal arasında belli bir benzerlik vardır. Her ikisi de, bir çeşit ilhamla dolu liderlerdir.Her ikisinde de, yıkılmış imparatorlukların yan ürünü olan o alevli bağımsızlık ideali mevcuttur. Paralellik burada sona eriyor. Kemal, kan ve demirden bir insan, bir doğu Bismarck’ı; sebatkâr, acımasız, yenilmez. Oysa Sun Yat-sen, rüya ve hülya içinde, kaderin ebedî oyuncağı; atasözündeki kedinin ne kadar çok canı varsa, onun da o kadar çok siyasal hüviyeti -hattâ ekleyebilirim ki, o kadar çok hükümeti- var.

Türkiye Türklerindir

Bu kişiler ne kadar farklıysa, arkalarındaki milletler de o kadar farklı. Çarpıcı bir karşıtlık da burada. Çin, bencil amaçların bitmek bilmez çatışması ve liderlik yokluğu yüzünden, inanılmaz denilebilecek bir siyasal kaos içinde çalkalanırken; Türkiye, uzun ve kanlı tarihinde ilk defa, belirli sınırlara, gerçek bir vatana ve Müslüman dünyasının kaderine şekil verebilecek -bu arada Amerika’nın Yakın Doğudaki ticarî özlemlerini de etkileyebilecek- bir milliyetçi hedefe sahip, homojen bir millet olarak ortaya çıktı. Yeni slogan, “Türkiye, Türklerindir”. Bütün bu hayret verici evrimin aracı ve ilham kaynağı Kemal Paşadır; 1919’da Türkiye’nin, yenilgi ve iflâs sonucu, olabileceği kadar düşkün olduğu hatırlanırsa, bu neredeyse bir mucizedir.

Türkiye gezimin gerçek hedefi oydu. Parlayan cami ve minareleriyle perişanlık içindeki haşmetine rağmen hâlâ şehirlerin kraliçesi olan istanbul’un kendine özgü cazibesi vardı ama, Haliç kıyılarına vardığım andan itibaren benim ilgim Ankara’da toplanmıştı.

Bu tutkunun gerçekleştirilebilmesi için güç bir zaman seçmiştim. Görünüşe göre, Lozan Konferansı çıkmaza girmişti; uzun zamandanberi beklenen barış, her zamankinden dana uzak görünüyordu. Savaş hali, hâlâ devam ediyordu. işgal ordusu, sokaklara savaşçı bir renk ve hava verirken, büyük bir Müttefik donanması da ya Boğazda demirli duruyor veya Marmara denizinde atış tatbikatına çıkıyordu. Anadolu tepelerindeki başkente ulaşmak daha da güçleşmişti.

Her engel, sonu gelmez bürokratik bağlarla sürüp gidiyordu. Çabuk iş görmek isteyen bir Amerikalı için böyle bir kombinezon bir felâketti. Daha sonraki deneyimlerim, Kipling’in, Doğu ülkelerindeki enerjik bir Yankee’nin akıbetini anlatan ünlü hikâyesindeki gerçeği doğruladı. Adamın mezar taşında şöyle yazılıydı: “Doğuyu acele ettirmeye çalışan ahmak, burada yatıyor.”

Mizaçtan ve diğer şeylerden kaynaklanan bütün bu engellere ek olarak Türkler, Chester imtiyazının gerçekleştirilmesinin, kağıt üzerinde göründüğü kadar kolay olmayacağını anlamaya başlamışlardı ve bu da onları tedirgin ediyordu. Ankara’ya gidiş izin alabilmiş en son sivil, vesikasını -vizenin Türkçe adı- alabilmek için, istanbul’da yedi hafta beklemek zorunda kalmıştı. Diğer iki üç kişi ise, dört haftalık meraklı ve sonuçsuz bekleyişten sonra, öfkeyle ülkelerine dönmüşlerdi. Başarı ümidi parlak değildi.

istanbul’daki ilk günümde, Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol’e saygı ziyaretinde bulunduğumda, kendisinden Ankara’ya gidebilmem için yardım istedim. Bana hemen, o zamanlar Ankara’nın istanbul’daki baş temsilcisi olan Dr. Adnan Beye bir takdim mektubu verdi; bütün izin belgeleri ondan geçiyordu.

Dışişleri Bakanlığının bulunduğu ve Türk tarihin pek çok uğursuz olayına sahne olan ünlü Babıâli’de kendisini görmeye gittim. Kızıl Sultan Abdülhamid’in kirli âletleri ve işbirlikçileri, günlerini burada geçirmişlerdi. Yapının, tarihteki zengin kardeşi Ayasofya Camii kadar heybetli olacağını umuyordum. Oysa, mimarî güzellikle en küçük ilgisi olmayan ve temizlenmeye şiddetle muhtaç, kirli, düzensiz yayılma gösteren, sarı bir bina karşıma çıktı.

Adnan Beyin şahsında ilk Türk müttefikimi buldum. Üstelik, kendisinin geniş ve cömert görüşlü, tecrübeli bir kişi olduğunu da keşfettim. Milliyetçi hareketin güç günlerinde Kemal’in ilk yardımcılarından biri oluşu nedeniyle, Ankara Hükümetinin ilk başkan vekili olmuştu. Ayrıca, başka bir nedenden dolayı da şöhreti vardı; Türkiye’nin önde gelen kadın reformcusu ünlü Halide Hanımın kocasıydı.

Gidiş iznim için Ankara’ya hemen bir telgraf çekti. Somut olarak bu izin, istanbul Polis Müdürlüğünce verilen bir belgede -yukarıda değinilen vesikada- ifadesini buluyordu. Dünya Savaşı günlerinde, sahibine cepheye gitme imkânını veren ve beyaz paso adı verilen bu belgeyi elde etmek güç bir işti. Şimdi anlayacaktım ki, peşinde koştuğum Ankara’yı ziyaret izniyle kıyaslandığında bu paso, halka dağıtılan el ilânları kadar kolay sağlanır birşeydi.

Adnan Bey, Ankara’dan yaklaşık üç gün içinde cevap alacağını söyledi. Anlıyordum ki, üç gün, Rusça seichas kelimesine benziyordu; bu kelime, sözlük anlamı olarak “hemen” demekti ama, kendi ülkelerindeki faaliyetler, daha doğrusu faaliyetsizlikler, hakkında kullanıldığı zaman genellikle “gelecek ay” anlamına geliyordu.

Bürokratik Güçlükler

Bir hafta geçtikten sonra Amerikan Elçiliği, Babıâli’den, müracaatıma bir cevap gelip gelmediğini sordu; hiçbir cevap gelmemişti. Birkaç gün sonra Türk memurları çılgına döndüler. ingiliz, Fransız ve italyan vatandaşları dışında hiçbir yabancının, Ankara’nın rızası olmadıkça istanbul’a girip çıkamıyacakları hakkında bir emir çıkarılmıştı. Mevcut izin belgeleriyle Paris veya Londra’dan yola çıkmış kişiler, -ki içlerinde bazı Amerikalılar da vardı- Türk sınırında bekletiliyorlardı; oysa emir, onlar yola çıktıktan sonra çıkarılmıştı. Amiral Bristol’ün vaktinde ve ısrarlı çabaları sonucu, sınır yasağı Amerikalılar için kaldırıldı. Bir gün içinde Ankara, protesto ve başvuru telgraflarına boğulmuştu; ben de, kendi dilekçemin, yeni ve artan kargaşa içinde tümden kaybolmuş olacağını düşünüyordum.

Bu arada, ingilizce, Fransızca ve Almancayı akıcı şekilde konuşan Reşat Bey adında iyi, dürüst bir Türk gencini dragoman, yani kurye ve tercüman olarak sağlamıştım. Hiçbir yabancı, böyle bir yardımcı olmaksızın Ankara’ya gidemez; çünkü tek tük yerler dışında, Anadolu’da konuşulan tek dil Türkçedir. Aslında Reşat bey, Ankara’da bir yıl Amerikan konsolosluğu yaptıktan sonra daha yeni emekliye ayrılmış bulunan Robert Imbrie’den miras kalmıştı. Reşat Bey onun tercümanıydı. Imbrie ile yakın temasları sayesinde Amerikan âdetlerini öğrenmişti; gecikmeden dolayı duyduğum sabırsızlığı da gayet iyi anlıyordu. Onun da Ankara’da büyük etkisi vardı; benim için arkadaşlarına birkaç telgraf çekmişti.

ikinci haftanın sonunda Amiral Bristol, iznimin çabuklaştırılması için Adnan Bey’e kişisel bir müracaatta bulundu ve Babıâli’den Ankara’ya sert bir ikinci telgraf gitti. Tanıştığım diğer Türkler ve Amerikalılar da telgrafla başvurularını buna eklediler. Şüphesiz başka işlerim de vardı ama önümdeki zaman kısıtlıydı ve herşey bir yana, Kemal bu gezimin başlıca ödülüydü; onunla görüşmeye kararlıydım. Bu yüzden Temmuz başlarında Reşat Beyi, durumun ne olduğunu öğrenmek için Ankara’ya gönderdim. Ayın dördüncü gününün sabahında yola çıktı. Elçilikteki Bağımsızlık Günü töreninden otele döndüğümde, Reşat Bey’e hitaben Ankara’da hükümetteki arkadaşlarından birinden benim adresime gönderilmiş bir telgraf buldum; Ankara’ya gidiş iznimin, dokuz gün önce tellendiğini söylüyordu. Oysa önceki gün Babıâli Ankara’dan isteğim hakkında hâlâ ses çıkmamış olduğunu bildirmişti.

Araştırınca anladım ki, Polis Müdürlüğündeki bürokrasi yumağı içersinde önemli telgraf, bir kağıt yığınının altına atılmıştı; talebim üzerine başlatılan uzun bir arama, sabırsızlıkla beklenen mesajı ortaya çıkarana kadar da kimse, onun hakkında bir şey bilmiyordu. Bu, tipik bir Türk usûlüydü; tam Çin’in herhangi bir yerindeki “bir resmî dairede vuku bulabilecek cinsten. Reşat Bey dönüp de durumu bana bildirmeden önce, vesika elime geçmişti ve harekete hazırlanıyordum.

Bu ilk adım güçtü ama, asıl seyahatin hemen her merhalesi de eşit derecede güçlüklerle doluydu. Gene resmî bir Türk kararnamesiyle başım derde girecekti.

Eğer bir Türk olsaydım normal şartlar altında, araba vapuruyla istanbul’un hemen karşısında Boğazın karşı kıyısında olan ve çok tartışılmış Berlin-Bağdad Demiryolunun Anadolu bölümünün başlangıç noktasını teşkil eden Haydarpaşa’dan trene binebilir ve yaklaşık yirmiyedi saatte vasıta değiştirmeksizin Ankara’ya varabilirdim. Oysa, 250.000 kişiden hayli fazla olan tüm Türk Ordusu, izmit’in ötesinde demiryolu boyunca seferber edilmişti. Hiçbir yabancıya bu seyahati yapma izni verilmiyordu. Nisbeten -”nisbeten”i bile bile söylüyorum- kolay olan bu demiryolu yolculuğu yerine yabancı, gemiyle Mudanya’ya sonra trenle Bursa’ya, daha sonra bütün gün otomobille Anadolu ovasını geçerek Karaköy’e gitmek, orada da Haydarpaşa trenini beklemek zorundaydı. Yirmiyedi saat yerine, benim de yaptığım bu yolculuk, tam ellibeş saat sürdü.

Parlak güneşli bir pazartesi sabahı istanbul’dan Ankara’ya hareket ettim. Amiral Bristol, Yüzbaşı T.H. Robbins komutasındaki bir denizaltı avcı botu’nu emrime vermişti; böylece kalabalık ve hiç de temiz olmayan yolcu vapurundan kurtulabildik. Yanımda, Mütarekeden sonra Türkiye’deki ilk Amerikan Yüksek Komiseri olan ve şimdi de Ankara’da ticarî bir görevi bulunan Lewis Heck ve sadık Reşat Bey olduğu halde, Marmara denizini geçerek Mudanya yolculuğunu dört saatte yaptım ve öğleyin oraya vardım. 1922 Kasımına kadar Mudanya, Türkiye haritasında bir noktadan ibaretti. Yunan yenilgisinden sonra, ingiliz ve Türk Orduları Çanakkale’de fiilî bir çatışmadan birkaç metre uzaktayken ve iki devlet arasında savaş kaçınılmaz görünürken, Türkiye’deki ingiliz Kuvvetleri Kumandanı General Sir Charles Harrington ve ismet Paşa -Lozan’da Müttefik delegeleriyle böyle neşeli bir kovalamaca oynayan ismet- burada buluştular ve birinci Lozan Konferansı’nın öncüsü olan ünlü mütarekeyi burada gerçekleştirdiler.

kaynak: Atatürk Araştırma Merkezi dergisi.