bugün

dağa çıkanların ardında bıraktığı hikayeler

provakatif bir amaç içermiyecek buraya koyacağım yazılar. okuduklarımdan denk geldikçe buraya koyucam, karşı tarafın duygularını anlayacak 1 kişi dahi kazanmak önemli benim için, umarım okursunuz, umarım çözümün biz de olduğunu anlarsınız. acitasyon yapıyor, terörist güzelliyor diyenden de allah razı olsun, okusun yeterli benim için.

tanım: acı veren hikayeler.

--spoiler--

yıllardır çatışmalarda yaşamını yitiren askerlerin hayat hikâyelerini dinliyoruz. ne zaman çatışmalar artsa ve bu çatışmalardan bir insani infial devşirilmek istense canlarını veren o insanların hayatları olanca acısıyla gözler önüne seriliverir. ağlayan eşler ve çocuklar, handiyse bu çatışmadan da sağ çıksa kapıda bekleyen tezkere ve emeklilikler dramatik tınıyla dile getirilir. ölen askerlerin öyküleri çoğu kez bir yoksulluk ve yoksunluk diyarından kopartılmış gibidir. neden böyle olduğunu ise pek kimse sorgulamaz.

öte yandan bu çatışmaların bir de karşı tarafı vardır. bu çatışmalarda yaşamlarını yitiren gerillalar da vardır. ama onların öykülerini türkiye bilmez. neden? çünkü onların acılarından devşirilecek infial yoktur. üstelik onların hayatları sorgulandığı için o dağ başında son bulmuştur. en büyük farklardan biri belki de budur. onlar hayatlarına içerilmiş yoksulluğu da, yoksunluğu da, dışlanmışlığı da, inkarı da, eş-çocuk döngüsüne hapsedilmiş kaderi de sorguladılar. kimse sorgulanmış hayatlardan devşirilecek çıkar bulamaz.

alın size bir öykü. türkiyeli insanların bakmak istemediği, devşirecek yön bulamadığı, içine girse zararlı çıkacağı bir öykü. bu öykünün kahramanı ile ben üniversite yıllarımda tanıştım. ondan ilk olarak ailem bahsetmişti: “bizim memleketten... akraba sayılır... senin okulda, pırlanta gibi, ona sahip çık, anarşikler bulaşmasın.” onu bulmak için sınıf tahtasına adını yazdım, sonra kendi sınıfımda adımı yazılı buldum...

“kuzen sayılırız” dedi. gencecikti, ateş parçası gözleri, yerinde duramayan bir hali vardı. dendiği gibi gerçekten pırlanta gibiydi. köyünden ilk defa istanbul’a gelen bu genç adamın “anarşiklerden” korunacak bir yanı da yoktu. o geldiği yerden zaten “anarşikti”. kararlı, idealist, hayalleri olan tüm gençler gibiydi. üstüne üstlük “yasaklı kimliğine ve ülkesine dair” yaşanmış acıları, çelişkileri ve onlar için verecek bir ömrü vardı. beni en çok işte her an hesapsızca vermeye hazır olduğu o ömrün saflığı etkiledi. öyle çok inanırdı ki kavgasına ve hayaline, yanı başındakini de inandırırdı. bunun için gözlerine bakmak yeterliydi. sonra bir gün kayboldu ortadan. yıl 1993’tü. o zamanlar bunca sıcak gençler tek bir şey için kaybolur, tek bir yere giderdi. anlamamız için kaybolmaları yeterdi.

aynı zamanda köyden bir haber geldi: “elif, nurhaklarda kimyasalla öldürüldü!” elif, ali’nin kız kardeşiydi. iki hafta önce evden ayrılmıştı. ali ondan, o ali’den habersiz. elif genç ve güzel kızdı. ama annesi onun yanmış kömür karası bedenini sadece çocukluk belirtisinden, üst üste yapışık olan ayak parmaklarından tanıdı. o ana ki, artık güzel kızının son halini, yangınlar içerisinde erimiş kömür karası bedenine yapışık parmaklar olarak bildi, bağrına bastı. belleğinde bu son fotoğraf, yüreğinde onulmaz bir evlat acısının şoku ile yaşamak denirse birkaç yıl daha yaşadı. o birkaç yılda bu ana, kızının kaderine dökülen kimyasaldan ömrüne düşen payıyla parça parça yandı. elif’i o gün yakanlar, o anaya da her gün bir parça daha yanacağı bir ömür işkencesi miras bıraktı. elif’i yakanların yerine ana utandı, o ana yandı. elif’in anası evinin balkonundan “kızım beni çağırıyor” diye atladığı güne kadar huzur bulmadı. babası ve kardeşleri ise her gün devlet baskısındaydı.

intikamı baki olanlara bulaşmış gibi yerli yersiz gözaltında, işkencede kaldılar. olmadı, dayanamadılar, ya “faili meçhul” olacaklardı ya da gideceklerdi, onlarda geldiler istanbul’a. orada da rahat yüzü bulamayınca baba topladı çocuklarını, terk ettiler uğruna onca acıya katlandıkları yurtlarını. şimdi her biri siyasi yasaklı, ülkeleri yasaklı.

ali kardeşi elif’in bu akıbetinden sonra istanbul’da tutuklandı. üç yıllık mahpusluktan sonra çıktığı gün, elif’ten başka söz etmeyi unutan anasıyla vedalaşıp, gitti dağlara. yıl 1996. onu uzun zaman sonra ilk o dağlarda gördüm, sanki onca şey onun kader hanesinde olmamış gibi, neşeli, coşkulu ama intikamdan uzaktı. gözler yine ateş parçası, hayallerinde, dilinde yine insan sevgisi vardı. dedim ki, “bunca acı yaratamamışsa nefret, yitirtmemişse insan sevgisini o bu hayatta asla yenilmez.” anasının intiharını çok sonraları duydu, yine de sevgisi ve merhameti, temizliği ve saflığı yerinde kaldı.

aradan yine yıllar geçti. birkaç gün önceydi. anf’de gördüm son olarak yüzünü. siirt’te yaralı arkadaşını kurtarmak isterken bir başka arkadaşıyla vurulmuştu.

inandığı gibi yaşadığı bu hayatta son yolculuğuna giderken, şimdi onun için ağıtlar bir köyünden yükseliyor, bir de isviçre’den. köyünde onun için ağlayan akrabaları, isviçre’de onun için yanan bir babası ve kardeşleri var. elif’in acısı anasını yaktı, ali’nin acısı son defa onu görmekten, sarmaktan, son yolculuğunda yanında olmaktan mahrum bırakılan yasaklı baba ve kardeşlerini yakıyor.

ali gezer’de olduğu gibi türkiye’nin bir de karşı tarafın acısına, trajedisine, trajedisiyle baş etme kavgasına bakması gerekmez mi? çözülecekse bu sorun, susacaksa bu silahlar askerlerin hayatına pek benzemeyen ali gibi ve ondan daha başka acılardan geçmiş bu hayatları da dışarıdaki insanların bilmesi gerekmez mi? bakmazsanız bu öykülere, bilmezseniz bu acıları, nasıl barışacaksınız ?

http://goo.gl/tbkrp

--spoiler--