bugün

ne karamazov kardeşler ne de suç ve ceza hepsi tırı vırı, hepsi laf kalabalığı, hepsi gösteriş. ama ne yapmak lazım biliyor musunuz? şu kitabı alıp okumak sonra arka kapağını kapatıp bir daha kitap falan okumamak lazım.
"asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor musunuz? durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya… benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı. öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. yaratılışım böyleydi işte."
dün bir arkadaşımın hediyesi olan bu kitap, üstad'ın müthiş anlatımı ve de şizofrenik üslubu, kitabın henüz beşinci sayfasında olmama rağmen hayranlık uyandırttı bende. müthiş bir akıcılığa sahip bu kitap'ın okunulması ve de kütüphanemizde bulundurulması lazım.
Okunacak kitap değil boşverin, altında ezilirsin de yardıma gelen olmaz, hiç girmeyin daha iyi.
harikadır.. zeki demirkubuz abimiz filme dönüştüyor, bekliyoruz.
--spoiler--
etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.
--spoiler--
"kendi huzurum için bütün dünyayı beş paraya satarım ben. beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalmam arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."
varoluşçu olmayan dostoyevski'nin varoluşçu edebiyat'ın ilk örneğini vermiş olması açısından ilginç bir kitaptır. camus'nin düşüş'ünü hatırlatır yer yer.
"orta derecede bir insanı sonsuza dek kıskanıyorum, evet, fakat gördüğüm o ki onların durumunda olmak da beni tatmin etmeyecek (gene de kıskanacağım, yok yok gene en iyisi yeraltı!)
kafası karışık bir adamın kendi iç savaşını, kendi ağzından, kendi gelgitleriyle müthiş bir şekilde durdurak bilmeksizin bir tempoyla anlattığı bir romandır.
"hey yarabbi, şu tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? ya her hangi bir sebeple bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam? şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim. ama karşımda bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam."
bu karanlıkta yazı yazmak ne kadar da zor olsa alışmış kudurmuştan beter misali vazgeçemiyor yazı yazmaya alışmış olan...

garip şeyler oluyor dünyada yine, ortadoğu karışık. arap baharı, israil türkiye ilişkileri, amerikanın arada kalmışlık numarası, kıbrıs durumu ırakdaki birbirine neresinden bağlı olduğu belli olmayan garip tonla devlet, türkiye kürtlerinin özerklik istekleri, türkiye suriyeye girecek mi soruncası... türkiye nazarıyla değerlendiriyoruz tüm olayları, çünkü dünyada nekadar ciddi problem varsa biryerinden türkiyeye bulaşmış vaziyette. halk sağlıklı şeyler yapabiliyormu diye sorası geliyor insanın, bu kadar iç ve dış mihrakla nasıl uğraşıyor acaba bu millet hala anlamış değilim. dünyanın kalbinde oturmak böyle bişey olsa gerek, tüm organlar oradan gelecek kanı bekliyor gibi. herkes enerjisiyle kirlettiği yaşam sıvısını bu kalbe pompalıyor. sonra uğraş işin yoksa temizleyip geri yolla diye...

eğer bu milletin akıllı birkaç evladı çıkıp da dünya hakimiyeti için çabalayacak olursa kesinlikle bunu başarır. yüzlerce yüzülmüş vücut, yüzlerini dünyaya dönüp bu koca deryada başa yüzecektir.
başucu kitabıdır. varoluşçu edebiyatın temelidir. dışarıdaki pisliklerden kaçıp yer altına saklanan bir adamın hikayesi anlatılır.
leyla ile mecnun'un selam çaktığı kitap.
her kelimesi dostoyevski olan uyumsuz ruhun avaz avaz bağıran sesidir. sisler altındaki ulaşılması zor zirvelerin derinliklerinden çağlayan; sert, zeki, hazin, ironik, cesur , alaycı, içten, aşık; rahatsız ederek ilham veren, dönüştürücü bir sestir; tüm gizli uyumsuz, ayrıksı ruhlara. tehlikelidir; güzel yalanlarla kurulmuş fildişi kuleleri yerle bir eder.

--spoiler--
kötü biri olmamak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim: ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum. zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. evet efendim, ondokuzuncı yüzyıl adamı en başta karaktersiz olmalı, böyle olmaya manen mecburdur; karakter sahibi, çalışkan bir insansa oldukça dar kafalıdır. kırk yıllık bir ömürden sonra bu inanca vardım.
--spoiler--

--spoiler--
medeniyetin insanda duygu çeşitlerini arttırmaktan başka işe yaradığı yok. duygularının çeşitlenmesiyle insan işi kan dökmekten zevk almaya kadar vardırabiliyor. bunun örnekleri var. cinayetlerde en ince ustalıklar gösterenlerin çoğu zaman en medeni adamlar olduğuna hiç dikkat ettiniz mi?
insan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha fazla kan dökücü olmamışsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç, bir kan dökücü olduğu kesindir.
--spoiler--

--spoiler--
aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse yalancı gözlerden saklanmalıdır. bu onun kutsallığını bin kat daha arttırır. böyle çiftler birbirlerini daha çok sayarlar ki, saygı pek çok şeyin temelidir.
--spoiler--

--spoiler--
ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avutuyorsunuz.
--spoiler--
etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.

dostoyevski
"Yerin altında akıl-eylem-erdem ilişkisini sorgulayan bir insan için yerin üstünde, yani modern dünyada gezinen adımlar ne ifade eder? Modern dünyanın dayatmalarına karşı kişinin yalnızlığı bilinçli bir tercih mi yoksa bir yenilgi midir? Ya da gerçekten yerin altında olan kimdir?"

kitabın arkasındaki bu açıklamanın fazlaca ilgimi çekmesiyle düşünmeden almıştım bu klasiği. tahmin ettiğim gibi de kitaptaki anti-kahramanın "yeraltı"yla* kendiminki arasında şaşırtıcı derecede paralellikler, aynı doğrultuda gelişen fikirler, düşünceler buldum. Yaşamakta olduğu dış dünyadan çok daha fazla zihninde vakit geçiren, düşünceleri ve iç dünyasıyla belki de gereğinden fazla, çokça tanış olan ben için Dostoyevski'nin yeraltı edebiyatının tam anlamıyla hakkını verdiği bu kitabı okumak büyük bir zevkti.
Hatta öyle ki okuduğu kitaplardaki etkileyici cümlelerin altını çizen ben bu kitapta bunu yapamadım çünkü buna yeltenseydim kitabın tüm sayfaları not defterine dönüp sayısız çizikle dolacaktı.
Ve son olarak söylemeden geçmemeliyim; bu kitapta olan biteni, düşünceleri tam anlamıyla kavrayabilmek için Dostoyevski'nin de bahsettiği üzere bir parça "hastalıklı" olmak, "herşeyi derinden kavrama" yetisine sahip olmak gerek diye düşünüyorum.
Ve yine unutmadan; insanın benliği ve kişiliğiyle ilgili önemli sonuçlar ortaya koyduklarını iddia eden yeni dönem kişisel gelişim kitapları 19.yüzyılın ortasında yazılmış fakat anlattıkları itibariyle 21.yüzyılın ilk çeyreğinde hala geçerliliğini koruyan* bu başyapıtın bokunu yesinler.
"Kendi huzurum için bütün dünyayı beş paraya satarım ben. Beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalmam arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım." *
--spoiler--
- Şunu ciddi olarak söyleyebilirim; pek çok kez böcek olmayı istemişimdir. Ama ne yazık ki, buna bile layık olamadım. Sevgili okuyucularım, yemin ederim, her şeyin bilincinde olmak bir hastalıktır; bütün varlığınızı etkileyen gerçek bir hastalık.

- Aşık olmayı denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız baylar korkunç acılar çektim. Aslında acı çekmediğimi ruhumun derinliklerinde biliyordum. Gülmek gelirdi içimden ama yine de acı içinde kıvranmaya devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim...Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı...

- Huzur içinde yaşayıp, zafer kazanmış bir edayla ölmekten daha güzel ne olabilir ki!

- insanoğlunun en büyük kusuru, Nuh Tufanı'ndan başlayıp Schlezwig Holstein dönemine dek süren ahlaksızlığıdır.

- insan hedefe ilerlemeyi sever, ulaşmayı değil.

- Kalbi temiz olmayan hiçbir şeyi derinden anlayamaz.

- Benim alçak, sevmeyi bilmeyen, onu sevemeyecek biri olduğumu anlamıştı. Bunun mümkün olmadığını söyleyeceksiniz...Benim kadar alçak ve namussuz bir herifin olamayacağını, Liza'yı sevmememin, böyle bir sevginin değerini bilmememin mümkün olamayacağını söyleyeceksiniz..."Neden mümkün olmasın?" Birincisi ben sevemem, çünkü sevmeyi baskı aracı olarak görürüm. Hayatım boyunca buna inandım hep. Hatta sevgiyi, seven insanın kendisini isteyerek esir etmesi olarak tanımlayabilirim.

- Aşağılanmış bir şekilde gitmesi daha iyi oldu. Aşağılanma duygusunun, insan ruhuna acı çektirdiği gibi bilinci keskinleştirir... Kısa bir süre sonra zaten kalbini kıracaktım. Fakat bu durumda, kalbindeki bu acı hiç silinmeyecek, içine düştüğü pislik ne olursa olsun onu kurtaracak ve kini kim bilir...Belki de bağışlaması ruhunu temizleyecektir. Peki neye yarar? Hangisi daha iyidir: Kolayca kazanılan bir mutluluk mu, yoksa insanın ruhunu yücelten acı mı? Evet hangisi?

- Ben, sizlerin, korkaklığınıza "ölçülü davranış" kılıfını geçirip, yarım bıraktığınız her şeyi sonuna kadar götürdüm.

--spoiler--
roman ardında sorular bırakır, acaba bahsedilen kişi gerçekten dostoyevski'nin kendisimidir? peki kendisini anlatırken ne kadar dürüst olabilmiştir ? kendini acımasızca eleştirirken ne kadar dürüst olabilmiştir?

dostoyevski romanında resmen yazılı düşünür. buna o kadar sadık kalmıştır ki anlık karar değişimleri bile yansımıştır romanına. bu okuyucuyu etkiler okuyucu düşünülenleri okurken düşünmeye de başlar belli belirsiz. belki de asıl amacı buydu yazarın.

eğer gerçekten bahsettikleri kendi buhranlarıysa dostoyevski'nin borderline kişilik bozukluğuna * sahip olduğu aynı zamanda anti sosyal kişilik bozukluğu özellikleri gösterdiği söylenebilir. fakat burada önemli olan dostoyevski'nin kendisi değil bu ruh dünyasına yapılan yolculuğun derinliğidir. saniyenin binde birinde sorup korkumuzdan unuttuğumuz soruları pat diye önümüze çıkartır ve onları korkusuzca deşer bu roman. fırtınalı iç dünyasında kendisine ve topluma ait tanıdık buhranlar da bulacaktır okuyucu. nihilizim ve sorgulayıcılığın nefis bir sentezi için mutlaka okunması gereken ölümsüz bir eser...

daha ilk cümlesi, gerçekliğin soğuk ama rahat duvarına, yaslatır sırtımızı: ''Hasta bir adamım ben... içi hınçla dolu, sevimsiz bir adam...''

--spoiler--
-Hayatlarını sürdürebilmek için insanlara daha yalıtkan bir anlama gücü... yeterlidir.

-kendimi suçlarken acılarım zayıflamaya, sonunda da büyük bir haz vermeye başlardı. evet, yanlış duymadınız, tam anlamıyla haz duyuyordum. şöyle açıklayayım: ne kadar küçük düştüğümün bilincinde olmaktan kaynaklanan bir hazdı duyduğum; aşağılık biri olmanın çaresinin olmadığını, başka türlü biri olamayacağınızı, yeterli vaktiniz ve inancınız olsa bile değişemeyeceğinizi, değişmek istemedeğinizi bilmekten kaynaklanan bir haz...

-Aşağılık bir herif, ahlaksızlığını fark etmekte teselli bulur.

-acıda hazların en tatlısı saklıdır, hele de insan, kendisi için başka bir çarenin kalmadığını derinden anlamışsa...

-Ben ''eylem insanlarını'', içten olan insanları, tabiat ananın özenerek yarattığı gerçek ve normal insan olarak görürüm ve çok kıskanırım. Ahmaktırlar ona ne şüphe; ama normal insanların belki de ahmak olmaları lazımdır, kim bilir ?

-tembellik herşeyi derinden anlamanın, bilinçli olmanın doğal bir sonucudur. sıradan insanlar eylem adamları bu yüzden yani dar kafalı olduklarından eylem adamıdırlar. eylem adamları dar kafalı oldukları için karşılaştıkları bir meselenin sebeplerini fazlaca araştırmada, ikinci dereceden sebeplere sarılırlar. eyleme geçmek için tartışılmaz bir sebep bulduklarında içleri rahatlar. en önemlisi de bu zaten. insan herhangi bir teşebbüsten evvel bütün tereddütlerden sıyrılmalıdır.

nasıl kurtulacağım peki bütün tereddütlerimden ? hani bana destek verecek sebepler ? neredeler ? bilinçli olan her şeyi derinden anlayan biri olarak karşıma çıkan her meselede, gördüğüm ilk sebebin hemen ardından başka, daha önemli bir sebep geliyor ve bu, böylece sonsuza dek sürüp gidiyor.

insanın hak yerini bulsun diye intikam aldığı söylenir. o halde sebep ''adalet''tirç bu şekilde bütün tereddütlerinden sıyrılan insan doğru bir eylemde bulunduğuna inanarak içi rahat bir şekilde intikam alabilir. ben intikam almada ne adalet ne de erdem görüyorum; insan, sırf kızgınlığından dolayı intikam alır. kızgınlık her ne kadar sebep teşkil etmesede de, pekala bütün tereddütleri yok eden bir ilk sebep yerine geçer. ne var ki kızgınlık bile duyamıyorum. kızgınlım da hep o uğursuz huyuma tabi olarak enine boyuna tahlil ediliyor ve bir bakıyorsunuz asıl madde uçmuş, sebeplerin hepsi buhar olmuştur. hakaret, artık kimsenin suçunun olmadığı diş ağrısı gibi masum bir hale gelmiştir. sonuçta karşına koca bir sabun köpüğü ve her zamanki tembelliğin çıkacaktır.

asıl sebebi bulamayınca da her şeye boş verirsiniz. bir defacık da aklını bir köşeye bırakarak, ilk ve asıl sebepleri araştırmadan, derinlemesine düşünmeden, sadece bir şeyler yapmış olmak için sev ya da nefret et...

- fayda!.. fayda da neymiş? insanlar için tam olarak neyin faydalı olabileceğini kesin bir şekilde söyleyebilir misiniz ? ya asıl fayda insanın kendisi için bazen zararlı olanı isteyebilmesinde ise ?

-özgür, sınır tanımayan isteklerimiz, kaprislerimiz, çoğu zaman çılgınlığa kadar götüren hayallerimiz hiç bir sınıflandırmaya tabi tutulamayan bütün sistemleri ve düzenleri cehenneme yollayan, daima unutulduğu halde , faydalar listesinin en üstünde bulunması gereken budur işte! bilginler, neden acaba insanların sadece aklı başında isteklerle yetineceğini düşünürler ? insanoğluna gereken tek şey, hür, başıboş bir istektir...

-ama insan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmayı değil de hedefe giden yolları tercih eder. ve kim bilir insanın ulaşmak için çabaladığı şey, hedef dediğimiz aslında yalnızca bu hdefe ulaşmak için yürümek yani sürekli bir harekette bulunmaktan ibarettir. yani gidilen bu yol aslında hayatın ta kendisidir. amaç iki kere iki dört eder kesinliğindeki hedef değil de ona ulaşmaya çalışmaktır. çünkü iki kere iki dörttür formülü adı üstünde bir formüldür; hayatın değil baylar, ölümün başlangıcır. insan, iki kere ikinin dört etmesinden az da olsa daima bir korku duymuştur; ben mesela hala korkarım. insanın uğrunda denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi, iki kere iki dörttür; ama bununla birlikte bu hedefe ulaşmaktan korkar. ulaştığı an hedefsiz kalacağını bilir çünkü. işlerini bitiren işçilerin paralarını aldıktan sonra gidecekleri yer meyhanedir, oradan da karakola düşerler nasıl olsa. alın size, en az bir hafta sürecek uğraş. peki ama bizler nereye gideceğiz? insan hedefe ilerlemeyi sever, ulaşmayı değil. bu da şüphesiz çok gülünçtür. zaten gülünç bir varlıktır insan...

- ''aşağılanmış bir şekilde gitmesi daha iyi oldu. aşağılanma duygusu, insan ruhuna acı çektirdiği gibi bilinci de kesinleştirir... kısa bir süre sonra zaten kalbini kıracaktım. fakat bu durumda, kalbindeki bu acı hiç silinmeyecek, içine düştüğü pislik ne olursa olsun onu kurtaracak ve kini kim bilir... belki de bağışlaması ruhunu temizleyecektir. peki neye yarar ? hangisi daha iyidir: kolayca kazanılan bir mutluluk mu yoksa insanın tuhunu yücelten acı mı ? evet hangisi ? ''

-ben sizlerin, kokaklığınıza ''ölçülü davranış'' kılıfı geçirip yarım bıraktığınız her şeyi, sonuna kadar götürdüm. hayatın gerçekleriyle sizden daha fazla yüz yüze geldim ben.

-etiyle kemiğiyle gerçek birer insan olmak bizim için o kadar zor ki!..
--spoiler--
--spoiler--
Gerçek hayattan kopmuş biri olarak kendi köşemde, ruhen çökmüş kendi yer altımda, kendi yarattığım nefreti içime akıtarak, hayatımı nasıl perişan ettiğimi anlatmamın hoş bir yanı olabilir mi? Ayrıca romana bir de kahraman gerekli. Oysa benimkinde tam aksi; bir kahramanın karşıtı olan ne varsa özellikle bir araya getirilmiştir. Bu, bizim gibileri anlamanın en doğru yoludur.
--spoiler--
"insanoğlunun gözü mutluluğunu görmez de hep üzüntüleri üzerinde durur. oysa mutluluktan da payımızı aldığımızı görmek için bir an doğru düşünmek yeter." (sayfa 116)
"Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır."
çoğu toplumsal aksaklıkları, bozuklukları ve yanlışları birey bünyesine indirgeyerek işleyen başka bir kitap okumamıştım. Yapılan ironilerle gerçeği yansıtan dostoyevski'nin bu harikulade eseri tavsiye edilecek kitaplar listesinde tartışmasız ilk üç basamakta yer bulur kendine...
2 kere 2 den bin sefer bahsetmiş bir kitap.