bugün

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi istanbul toprağının...
içimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık...

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...



20 Eylül 1945

Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
göz gibi çıplak,
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
onlar : ana,
onlar : kadın
ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
kelimelerin insandılar...



21 Eylül 1945

Oğlumuz hasta,
babası hapiste,
senin yorgun ellerinde ağır başın,
dünyanın hali gibi halimiz...

insanlar, daha güzel günlere insanları taşır,
oğlumuz iyileşir,
babası çıkar hapisten,
güler senin altın gözlerinin içi,
dünyanın hali gibi halimiz...



22 Eylül 1945

Kitap okurum :
içinde sen varsın,
şarkı dinlerim :
içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim :
karşımda sen oturursun,
çalışırım :
karşımda sen.
Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,
konuşamayız seninle,
duyamayız sesini birbirimizin :
sen benim sekiz yıldır dul karımsın...



23 Eylül 1945

O şimdi ne yapıyor
şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
— hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!...—

O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
— her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi ayaklar!...—
Ve ne düşünüyor
beni mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
şu anda, şimdi, şimdi?...


24 Eylül 1945

En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür...



25 Eylül 1945

Saat 21.
Meydan yerinde kampana vurdu,
nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz :
8 yıl...
Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim,
yaşamak :
seni sevmek gibi ciddî bir iştir...



26 Eylül 1945

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
insanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...



30 Eylül 1945

Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum...



1 Ekim 1945

Dağın üstünde :
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de :
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı :
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı...



2 Ekim 1945

Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
ve sevgili olsun hayat...
Biliyorum henüz bitmedi
sefaletin ziyafeti...
Bitecek fakat...



5 Ekim 1945

ikimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğrettiler :
aç kalmayı, üşümeyi,
yorgunluğu ölesiye
ve birbirimizden ayrı düşmeyi.
Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık
ve öldürülmek işi geçmedi başımızdan.

ikimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğretebiliriz :
dövüşmeyi insanlarımız için
ve her gün biraz daha candan
biraz daha iyi
sevmeyi...



6 Ekim 1945

Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e ,
P î r â y e !...» — diye...



7 Ekim 1945

insan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri
rüzgâr-
-larla.
Dolaşmak tehlikeli hâlâ
geceleyin açık denizleri...

Altı yıldır sürülmedi bu tarla,
duruyor olduğu gibi tank paletlerinin izleri.
Tank paletlerinin izleri
kapanır bu kış karla.

Ah, gözümün nuru, gözümün nuru,
yine yalan söylüyor antenler :
alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla.
Fakat Ezrailin sofrasından dönenler
döndüler verilmiş kararlarla...



8 Ekim 1945

Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret
ve merhamet...

Çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
Yine her seferki gibi haksızım.
Sebep yok,
olması da imkânsız.
Bu yaptığım iş ayıp
rezalet.
Fakat elimde değil
seni kıskanıyorum
beni affet...



9 Ekim 1945

Dün gece rüyama girdin :
dizimin dibinde oturuyormuşun.
Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin.
Bir şeyler soruyormuşun.
Islak dudakların kapanıp açılıyor,
sesini duymuyorum ama.

Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor.
Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun.
Kırmızı kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü,
sürülmüş bir tarlada toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı
ve bir kalabalığın haklı ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma.
Senin ıslak dudakların hep öyle açılıp kapanıyor
sesini duymuyorum ama...

Kahrederek uyandım.
Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer.
Düşünüyorum :
yoksa senin miydi bütün o sesler?



10 Ekim 1945

Gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum...

Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin :
sırrını her gün bir parça veren
fakat hiçbir zaman
büsbütün teslim olmayacak olan...



18 Ekim 1945

Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz :
«— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
seni bahtiyar
kılalım diye.
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
devam ediyor hayat.
içimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
işte geldik gidiyoruz
şen olasın Halep şehri...»



27 Ekim 1945

Bir elmanın yarısı biz
yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
yarısı insanlarımız.
Bir elmanın yarısı sen
yarısı ben
ikimiz...



28 Ekim 1945

Itır saksısında artan koku,
denizlerde uğultular
ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar...

Sevgilim,
yaş kemâlini buldu.
Bana öyle gelir ki
belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan.
Ama biz hâlâ
güneşin altında el ele yalnayak koşan
hayran gözlü çocuklarız...



5 Kasım 1945

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar...



8 Kasım 1945

Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
olgun ve ıslak
geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah kapandı...



12 Kasım 1945

Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
son lodoslar esmeye başladı.
Havayı dinliyorum :
nabız yavaşladı.
Uludağda, zirvede kar
ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır
kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar soyunuyor.
ipekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak.
Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz :
büyük öfkemizin içinde
ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak...



13 Kasım 1945

Tarif kabul etmez, — diyorlar, — istanbulun sefaleti,
milleti, — diyorlar, — kırıp geçirdi açlık,
verem illeti, — diyorlar, — diz boyu.
Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, —
yangın yerlerinde, sinema localarında...
. . . .
. . . . . . . .

Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden :
namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri —
sahici istanbulum,
sevgilim, senin mekânın olan
ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam
sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm
ve evlât acısı gibi yüreğimde,
senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir...



20 Kasım 1945

Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da
ovada güz nadasları yapıldı çoktan,
tohum saçılıyor.
Ve zeytin devşirilmekte.
Bir yandan kışa girilmekte,
bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor.
Bense hasretinle dolu
ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü
yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada...



1945 yılı Aralık ayının dördü

ilk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını...



5 Aralık 1945

Delindi sintine,
esirler parçalamakta pırangaları.
Yıldız-poyrazdır esen,
tekneyi kayaların üstüne atacak.
Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,
taş çatlasa batacak.
Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem
kuracağız Pirâyem...



6 Aralık 1945

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
— çürüyen diş, dökülen et —,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet...



7 Aralık 1945

Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman...



12 Aralık 1945

Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta :
pul pul altın
bakır
tunç ve tahta...
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
kurşunî, sırılsıklam...
Tamam,
sonbahar belki bugün bitti artık.
Yaban kazları hızla gelip geçti demin
herhal iznik gölüne gidiyorlar.
Havada serin
havada is kokusu gibi bir şey :
havada kar kokusu var...

Şimdi dışarda olmak,
dörtnala sürmek dağlara doğru atı.
«— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı...
Ve ikiniz de uzaktasınız...



13 Aralık 1945

Gece kar birdenbire bastırmış.
Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah.
Göz alabildiğine Bursa ovasında kış :
başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla.
Sevgilim,
değişti mevsim
çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla.
Ve karın altında mağrur
hamarat
sürüp gidiyor hayat...



14 Aralık 1945

Hay aksi lânet, fena bastırdı kış...
Sen ve namuslu istanbulum ne haldesiniz kim bilir?
Kömürün var mı?
Odun alabildin mi?
Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır.
Gece erkenden yatağa gir.
Evde de satılacak bir şey kalmamıştır.
Yarı aç, yarı tok üşümek :
dünyada, memleketimizde ve şehrimizde
bu işte de çoğunluk bizde... * ~
ö-nceleri böyle değildin sen
k-arşıma bambaşka çıkmıştın
ü-zerine çökmeye başlayan bu umursamazlık
z-ıvanadan çıkarıyor beni artık

s-eni düşünerek yapıyorum pek çok şeyi
e-vet seviyorum diyorum seni
v-e sen hiç beni sallamazmış gibi
g-ötünden yapıyorsun her şeyi
i-nan daha ne kadar dayanırım bilemiyorum
l-aylaylom yaşamaktan nefret ediyorum
i-çimdekileri büyük patlamayla suratına vuracağım gün
m-ına koyup gidiceğim gündür sevgili.
Allah'ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
yardımın gerekiyor kadıköy'deyim stop.

Allah'ım kaderim bu sentimental ambargo:
alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

Allah'ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
'deplasmandır bu dünya' diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.

Allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
aksine bahtiyarım evrende bana da rol
verdiğin için şahsen, Allah'ım bizler senin
falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol. *
Soruyordun
ilkyaz işte
Uyanıp bir bahçeyi dinliyoruz
Tenhalık böyle

Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırıp dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun.

Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan
ikimizdik, iki kişi değildik
Bakıyorsak birlikte bakıyorduk gözlerimin içine
Birlikte gözlerinin içine bakıyorduk senin
Yanlıştı, doğruydu, hiç bilmiyorum
Sanki bir bakıma ayrılık böyle.

Karşılıklı otursak da ne zaman
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi
Bir tırnak yeşilinden gerisin geriye
Ayak bileklerimizden gerisin geriye
Bütün bunlar gereksiz, bilmiyorum sanma
Gereksiz ama yalnızlık böyle.* *
Tutsam ellerinden ağlarsın.
Benek benek büyür karanlığım.
Nokta nokta korkutur seni.
Tutsam ellerinden ; ağlarsın

Toprak kokar avuçlarım , kan kokar.
Ben hoyrat gecelerde boy atmış fidan,
Boz bulanık sularda yıkanmış , arınmışım.
Geceleri çok yakınım yıldızlara,
Işığa çıkınca bir karışım.

Tutsam ellerinden ağlarsın.
Doğduğum köyü bir bilsen.
Gece gecemden büyük,
Acısı acımdan derin.
Tutsam ellerinden , üşür ellerin! *
HiÇ !

yavaş yavaş ölüyorum dostum...
Ağır ağır... sakin ve sessizce...
Gözüm ilişiyor bir an umut denen saçmalığa...
Sonra anlıyorum...çok sonra...
O saçmalığın kötü bir şakası sonucu burada olduğumu...
Duyuyorum ! Beni övüyorlar.
arkamdan konuşmasınlar dostum...
Çünkü ben ;
ikinci bir söze kadar,
üçüncü şahıslarla mutlu olmayı hazmedemem !
Beni tabuta sığdıramazlar ! Bunu onlara söyle !
Bunu onlara haykır !
Ve onlara yinele ! hiçbir zaman da sığdıramayacaklar !
Çünkü ben onlar değilim, olmamda !
Ve o halde olmadığım onlarla, Yaşamadığım hayatı,
Aynı ölümle neden değişeyim ?
Onlar ağacı farketmezler , onlara ağaç resmi göster dostum !
Onlar iyiliği anlamazlar , onlara insanı ver !
Onlar dürüstü sevmezler , onlara ölümü hatırlat !
Onlara 'ben'i ver. Fakat hakiki olan 'ben'i !
Bir ceset kadar hakiki olan 'ben'i !
Peki soruyorum sana ! onlardan mısın sende ?
Doğru söyle dostum !
Sen de mi ağaç resmiyle mutlu olanlardansın ?
Haydi konuş ! bir kerecik olsun konuş !
Tanrının ellerini hissediyorum dostum...
Gözleri dolmuş vaziyette duruyor oracıkta...
Yarattığı bu hayata , ısrarla koyduğu beni,
Artık geri çağırma vakti geldiğini de anlamışa benziyor...
Yüzüme gülmesinler ne olur !
Çünkü inanç kadar sıcak değilim ben...olamam da...
Beni gömmesinler ! Beni öldürsünler dostum...
Beni yakmasınlar ! Çünkü güneş kadar soğuk değilim ben...
Çelişkiler kafamı delip geçiyor...
Arkamda bıraktığım kaderi de almam gerektiğini anlıyorum...
Anladım işte !
O kaderi de almam gerekiyor dostum !
Çünkü biliyorum ki benden başka hiç kimse
ama hiç kimse
devralamaz o kaderi...onunla yaşayamaz !
hem de hiç kimse !
Önümde yürüdüğünü zanneden insanlara
geride olduklarını hatırlat !
Sonsuza kadar seviştikleri ölümün,
aslında ;
Bir hiç olduğunu hatırlat !
Onlara sahip oldukları tek şey olan hiçbir şeyin ,
Aslında kendileri olduğunu hatırlat !
Onlara savaşı hatırlat dostum !
Kazanan ve kaybedenin olmadığı savaşı !
Hatırlat !
Hatırlat ki ;
Şu anda o savaşta yaralı olduklarını anlasınlar...

Ayrıca kısa versiyonlu dizeli olanları da vardır.

Seni özlemek ölüm kadar gerçek ,
savaş kadar acımasız ,
özgürlük kadar gerekli ,
yaşam kadar geçici ,
Aşk kadar kutsal ,
sarılmak kadar güvenli ,
Başarı kadar gururlu ,
müzik kadar ferahlatıcı
bir şeydir...
seni özlemek acıların en acımasızı olsa da
sonunda görülen bir ışık olduğu için bana umut veren bir şeye dönüşüyor !

ya da ;

Hiç görmediğim uzak ülkeler kadar ''uzak''sın bana..
Bağırsam gelir misin ? ya da her şeyimi bırakıp
sadece sen'le yaşasam bütün bir ömrümü loş bir odada ?
gelir misin ?
Ölsem ? ölsem mesela...
peki o zaman ?
Bak nasılda ağlıyor yıldızlar...göremedikleri için güneşin tek bir ışığını...
Gözleri dolmuş insanların...galiba kaldıramıyorlar omuzlarındaki acımasız yükü...

ve yahut ;

Sarmaşıklar bile sevişirken aldırmadan
dünyanın bütün hainliklerine...
Bizler eli maşalı birer ot topluluğundan
ileriye gitmenin hesaplarını yapıyoruz...
aciz insanlarız biz dostum...aciz...
insanları mıyız ? orası da meçhul...

ha birde ;

Özlerim ansızın güneşin batmasıyla
gözümde canlanan anılarımı...
Bayram sabahlarını, ölüm oruçlarını...
Babamın akşam ceketinin sağ cebinde
her zaman hazırda bıraktığı çikolatayı..

buna da bi bak ;

Gecelere küsmüş bir sabahtan yazıyorum sana
Tüm cesetlerini gömmeden, şarap keyfi yapan bir katil edasıyla.
Mutluluklarımla aramı bozdum sanırım.
Öldürdüm tüm sevinçlerimi, ansızın kör yataklarında...
Uykularımı seninle bozuyorum sevgilim...
Seninle kaldırıyorum kadehlerimi...
Seninle basıyorum küfürleri , saçma gördüğüm her şeye...
Tanrı'da anlamıyor bu aralar beni.
Suyunu fazla kaçırmış bi 70'lik rakı gibiyim bu aralar...
Tadım tuzum kaçmış bir şekilde iniyorum Dudaklarından şakaklarına sarhoşların...
O zil sesi de çalmıyor artık...
Bakkalın çırağı unutmuyor para üstünü nedense...
Gazeteler bile doğruyu yazmaya başlamış , günün tarihinden başka...
Gökyüzünde sevişmekten bıkmış bir meleği canlandırıyorum bu aralar.
Fahişe olarak nitelendirildim ansızın , tanrının merhametli kollarında...
Tek bildiğim bir şeyi bıraktılar beynimin loş odalarına...
inanmak istemediğim bir palavra gibi , bir yalan ,
yahut bir hata
veya bir rüzgar ışıltısıyla çarpıyor yüzüme gerçekler...
Yine , yine ve yine seni hatırlatıyor o içki sofrası...
70'lik büyük rakım , siyah ceketim , bol pantolonum...
Küçükken koşup yırtarım diye hiç giymediğim lastik ayakkabılarım...
Hep seni hatırlatıyor o dayanılmaz çığlıklar...
Dedim ya tek bildiğim bir şeyi bıraktılar beynimin loş odalarına...

'' Dönmedin , dönmeyeceksin... ''

işte bu kadar... Arada yazmak iyi geliyor bana.
http://dehlizz.blogspot.c...2013/02/bir-gun-daha.html
(bkz: erdemli cümleler)

http://www.facebook.com/erdemlicumleler
Telefonlarıma cevap vermeyeceksin…Cevap versen bile, öyle yorgun öyle
isteksiz çıkacak ki sesin, bir küfür gibi…

Sevmeyeceksin beni…Biliyorum bu şehri bana dar edeceksin…
Çünkü anladın; sevgimden tanıdın beni.O yanık, o hasta bakışımdan…Uçuruma
atlar gibi sevdalanışımdan…
Sevmek deyince, hemen ardından, ölüm, dememden anladın…
Anladın ve kardeşini bir kabustan uyandırır gibi çırılçıplak gerçeğe
uyandırdın beni; uyandırdın ve kaçtın…
Çünkü sen de benim gibiydin; sen de benim gibi seni sevmeyeni sevdin hep.Sana
acı çektireni…Seni aramayanı, telefonlarına çıkmayanı, çıkınca seninle bir küfür
gibi konuşanı sevdin…Sen de benim gibi seni incitip üzeni sevdin hep.
Bakışından hissettim bunu, kokundan, dokunuşundan…
Beni sevmeyecektin biliyorum ama…Ama, öyle susamıştımki kendim gibi birini
sevmeye…Öylesine muhtaçtımki gercekten incitilmeye, gercekten acı
çekmeye, kendim gibi birini özlemeye öylesine muhtaçtım ki, seni tanır tanımaz
çözüldüm…
Sana da olmuştur…Öylesine susamışsındır ki sevilmeye, kendin gibi birini
bulunca tutamaz kendini, herşeyi, belkide söylenmiycek her şeyi o an, garip bir
telaşla söylersin…
Hatta söylerken anlarsın, söylememen gereken şeyleri söylediğini
hissedersin, battığını, giderek çıkmaza girdiğini…Ama yine de engelleyemezsin
kendini tutamazsın.
Aleyhinde olabilecek herşeyi söylersin…Üstelik bunu anladıkca daha da
batırmak istersin kendini…Biraz daha zor duruma düşürmek…
Daha da kaybetmek, daha da dibe batmak istersin…Sanki bile isteye kendi
mutlulugunu kendi elinle bozmak istersin…Kendinden gizli bir öç alır gibi.
Sanki hiç mutlu olmak istemiyormuş gibi…Sanki hiç sevilmek istemiyormuş
gibi…
Bir tür gurur muydu bu?
Birgün nasılsa ve hiç olmadık bir anda alınıp kopartılmadan, kendi
ellerimizle onu yok etmek, bizim gibilerin mutluluğuna tahammül edemeyen bu
hayatta, bu hayatın zorba kurallarına bir tür başkaldırmak mıydı?
Bir şizofren çocuk tanımıştım bir gün.Tam karşımda
oturuyordu.gencecik, yakışıklı bir çocuktu.Şizofren olduğunu
biliyordu.Biliyordu iyileşemiyeceğini…iki de bir, önce kolunu uzatıp, sonra
avucunu açıyor; Mutluluk avuçlarımdaydı, yakalamıştım ama kaçtı
diyor, kaçtı, derken avuçlarını boşluğa kapatıyordu…
Hiç unutmuyorum, bu hareketi defalarca yapmıştı…
Yine hiç unutmuyorum; burjuvalara özenen bir ailede büyüdüm ben.Görgü kitabı
masanın üstünde dururdu hep.
Annem o kitabı defalarca ezberletirdi bize.Yemeğe nasıl oturulacak..çorba
nasıl içilir? Kaşık nerede, çatal nerede durmalı…Balık nasıl yenir? Peçete nasıl
katlanır…Sinemada nasıl oturulur…
Ben de eskiden senin gibi saftım.inanırdım bu dünyada bile şölenler
olacağına…Bu dünyada anne, baba, kardeşler, bir sofrada lekesiz bir mutluluk
yaşayabilirler diye inanırdım…O kasvetli görgü kuralları kitabına rağmen
inanırdım…
Önce dilediğim gibi başlardı herşey.Herkes bir arada, sonsuz mutlu gibi…Sonra
birden hiç beklenmedik bişey olur, biri ağlayarak odaya kaçardı…içerden, arka
odadan, ağlamaklı, sonsuz küskün sesler gelirdi; bıktım artık, bıktım, usandım
hepinizden, gideceğim buralardan, yetti artık! …
Ben de senin gibi saftım o zamanlar…Gidilecek neresi var dı ki derdim…işte
hep birlikteyiz…Alemi var mı bu mutluluğu bozmanın? …
Sonraları çok sonraları anladım.Meğer biz, bizim aile, herkes, tesadüfen bir
araya gelmişiz tesadüften de öte…Biz…bizim aile, herkes, aslında hiç
istemeden, nedeni bilinmeyen bir zorunluluk sonucu bir araya gelmişiz…
Aslında biz bir araya gelmemek için yaratılmışız.
Hayatın en büyük yanlışıymış bizim bir arada olmamız! …
Evet cok geç anladım…
Bıraktım lekesiz mutlulukları; ben kavgasız, üzüntüsüz bir pazar sofrası
özlerken, aslında herkes…annem, babam, kardeşim o evden uzaklara, hiç dönmemek
üzere çok uzaklara gitmek istiyormuş…
Dünyanın en mutsuz otogarı…Dünyanın en imkansız istasyonuydu bizim
evimiz…Yıllarca uzaklara, cok uzaklara gitmek isteyip, bir türlü gidemeyenlerin
sonsuz bekleme durağıydı bizim evimiz…
işte bu yüzden sevmek benim için bir tutsaklıktı, tuzaktı böylesi sevip
bağlanmak.Uzaklara cok uzaklara gitmek isteyenleri engellemekti.
Sevgi yüzünden bizim ailedeki hiç kimse istediği yere
gidemiyordu…Birbirimize duyduğumuz sevgi, aynı zamanda bizi birbirimize düşman
ediyordu…
Hem biz, bizim aile…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak yağmurlar
gibiydik…
Bu yüzden hep hırçın, hüzünlü, kırgındık…
Bu yüzdendi, her şeyi, çok iyi gidiyor sanırken, içimizde yükselmesine bir türlü
engel olamadığımız o felaket duygusu…
Anlamıştım senin ailen de böyleydi…
Üstelik öyle severlerdi ki sizi, birgün hiç olmadık bir anda, aslında
istenmeyen çocuklar olduğunuzu söylerlerdi size! …
Sana ya da kardeşine…Tesadüfen dünyaya geldiğinizi…Beklenmedik bir misafir
olduğunuzu! …Aksi gibi, istikbaliniz için hiçbir şeyi esirgemediklerini
söyledikten sonra söylerlerdi böyle sıradan şeyleri! …
Sizin için…Senin için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarını söyledikten
sonra…
Senin de ailen benimki gibiydi…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak
yağmurlar gibiydi…Bu yüzden sen de benim gibi böyle hırçın, hüzünlü, kırgınsın
her şeye…
Yıllar önce tanıdığım o şizofren çocuk gibi; tam mutluluğu yakalamışken
kaybetmiş gibisin hep…
Ben beni istediğim gibi sevmemiş olan annemin hayaletini arıyorum imkansız
kadınlarda…
Sen, seni istediğin gibi sevmemiş olan babanın hayaletini arıyorsun imkansız
erkeklerde…
Biliyorum ne ben o kadını bulacağım ne de sen o erkeği bulacaksın…
Ve ne acı ki, hep bizi sevmemiş olanları seveceğiz ikimizde…Ne acıki, hep bizi
incitip üzenlere bağlanacağız…Telefonlarımıza çıkmayanlara… Çıksa bile küfür
gibi konuşanlara sevdalanacağız…
Bizden bir çift güzel laf esirgeyenleri özleyecegiz…
Ölesiye, amansız seveceğiz onları…
Biliyorum, bu yüzden odan böyle…Güncelerin ortalık yerde…Kitapların
orada, burada…Anıların saçılmış ortalık yere…Her şeyin darmadağın…
Biliyorum bu yüzden düzenden, adı düzen olan her şeyden nefret ediyorsun…Sen
de benim gibi; toparlayıp da ne yapacağım, düzenli olunca ne olacak; sonunda bir
gün biri gelip her şeyi, biriktirdiğim, düzenlediğim, üzerine özenle titrediğim
her şeyi daha önce hep olduğu gibi hiç beklemediğim bir anda savurup, bozup
gitmeyecek mi, diye düşünüyorsun…
Biliyorum, sen benim için hiç bir zaman ulaşamayacağım annemin
hayaletisin…Ailemdeki insanlar gibisin çok duygusal çok güçlü, çok yaralı…
Onlar da senin gibi seninkiler gibiydi…Aklı başında, mazbut insan rolünü
oynamaktan ve ertelenmiş düşleri yüzünden yorgun düşmüş, yarı çılgınlardı…Hepsi
yanlış evde ve yanlış bir yerde yaşadıklarını söylerlerdi…Düşleri çok
garipti…En kısa yolculuk bile onları yorduğu halde; okyanusları aşmayı ve başka
kıtalara gitmeyi düşlerlerdi…
Yine aradım seni, yoksun…bulsam, benimle küfür gibi konuşacaksın…
Bir kere çözüldüm sana…Bir kere sana senin gibi olduğumu hissettirdim…
Oysa baştan beri biliyordum; sen.seni sevmeyenleri seversin.Tıpkı benim
gibi…
Ama öyle özledim ki benim gibi birini sevmeyi…Öyle özledimki kendim gibi
biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi…
Yine aradım seni yoksun…Beni de birileri arıyor…Beni de kendi gibi birini
sevmeyi özleyenler arıyor…Kendi gibi biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi
özleyen birileri arıyor.
Hiç cevap vermiyorum…BEN SENi iSTiYORUM, SENi ARIYORUM…
Kayıtsızlığınla beni yok ediyorsun, geride sen kalıyorsun.Ama seni de biri
yok ediyor…
Aslında bu oyunda herkes birbirini yok ediyor…
Ben birilerini, o birileri başkalarını.Sen beni…Seni bir başkası…
Hem çok iyi biliyorum; beni sevsen bile hiç kapanmayacak bu yaram…Seni biri
sevse de hiç kapanmayacak bu yaran…
Hiç kapanmayacak! …Avuçların hep boşluğa kapanacak.Tıpkı o şizofren genç
gibi*
demirören alır ipten
etik gitti elden
azizim yırttın
kanaryayı yıprattın

metris'te bir adam
kim bu şikeden yatan
çağlayan'a geldin mi?
aziz'i dinledin mi?

tarlalar yeşillenir
kuzular meleşir
bence fb için
mesele şike ise iş değişir

ufukta var bir karanlık
her yerde riyakarlık
azizbahçe neredesin?
şikede derecesin

ispanya'dan gelen adam
ırkçı bir faşizan
çirkefliktir doğası
ahlaksızdır şahsı.
http://dehlizz.blogspot.com/2013/02/cagri.html
yağmurlu bir gün, insanların yüzünde bir bunalmışlık
değerini bilmiyor gibiler bu damlaların, anlamını
halbuki bilseler bu damlaların her birin de bir aşk, bir sevda hikayesi olduğunu
ve onların bitişlerini anlattığını bir bilseler
insanlar artık göremiyorlar sadece bakıyorlar çevrelerine boş gözlerle
anlamı görmek yerine yüzeyselliği görmeyi tercih ediyorlar
ne hüzün verici.
yağmur damlaları sadece hüzün, ayrılık değil
yeni ve mutlu bir aşkın haberci
yağmurlardan sonraki gökkuşağı da bunun habercisi gibi
insanlar göremiyor işte o hüznün ardındaki mutluluğu, güzelliği
onlar sadece önündekini görüyorlar asıl görmesi gerekeni değil
bu yüzden her yağmurda insanlar ikiye ayrılır;
mutluluğu görenler ve olumsuzluklarıyla hayatını daha da kötüleştirenler diye.
siz hangisisiniz seçim size kalmış farklı olmak veya sıradan olmak.
gordum seni uzaktan
hos guluyordun yakindan
asik oldum galiba
gel yapalim damran komran

gordum vardi bi sevgilin
ama olsun dovusurum yakindan
sen korkma utanma
gel yapalim damran komran.
bilinmeyen, hiç bilmediğimiz bir yere gidelim
yanımızda sadece sevgimiz, şiirlerimiz, şarkılarımız olsun
yürüyelim kaybolalım sokaklarda, ağaçların arasında
dinleniriz sonra, tekrar kalkarız koşarız delicesine
seni seyrederim saçlarının dalgalanışını
gülümsemeni, gözlerini
saçlarınla oynarım, bir şiir okurum
doya doya yaşarız o anın büyüsünü
bir yağmur başlar sarılı bir şekilde yürürüz
ahh sevgili ne eşsiz bir güzelliktir bu
yağmur damlalarının o yüzünden akışı, gülümsemen
çimlere uzanalım yasla başını omzuma gökyüzünü seyredelim bir gecenin karanlığında
yıldızları benzetelim çocuğumuza
bak ne kadar tatlı küçük bir sen, küçük bir ben
ahh sevgili ne büyük bir keyif, ne büyük bir huzur senin yanın.
ben seni düşlüyorum
Sen onu
Ben seni seviyorum
Sen onu
Ben seni istiyorum
Sen onu
Ama işin güzel yanı ne biliyor musun
Sen onu seviyorsun, istiyorsun ama o da seni istemiyor.
Hani diyorum
O aradan çıkınca
Araya başkası girmeden
Karşıya baksan diyorum
Ne güzel olur.
Sende yalnızsın benim gibi
Sana da kapak yapmışlar, mavi
Ezmişler seni, canım pet şişe
Cam değilsin, kırılmazsın diye

”Serin yerde koruyunuz”
Diye yazmışlar elbisene
Düşünmemişler üşüyeceğini
Dünya’ yı yakar, üşütmem yine !

El değmeden üretmişler, sevgiye açsın
Kaynak suyu sana, sen ona muhtaçsın
Bir yıllık mı ömür biçtiler sana
Takma onları ! Oksitlenebilirliğin kadarsın !

***

Çaydanlık, ah çaydanlık !
Demle beni de suya çıksın tüm acım.
Senin kıçın yanıyor, benim ciğerim
Bardaklara boşal rahatla çaydanlık…

Kireç tutmaktan korkma sakın !
Kazırım ellerimle soğur acıların.
Yüzüne baktığımda doğru göster suretimi,
Ulan çaydanlık, aynalardan yalancısın…
Eski günlüklerimin arasında kalanlardan. 8. sınıf yaz tatili.

Yaşamak Şiirlerim No.1 - 2008

Sor hele bir kendine,
Nedir yaşadığının ispatı?
Muhakemesiz bir düşünme sonrası.
‘’Aldığım nefestir.’’ Sorunun cevabı.
Yaşamak demek bize öğretilenin aksine,
Yıkmaktır tabuları. Yalnız da olsan, çırılçıplak meteliksiz de,
Savunmaktır düşüncelerini.
Yaşamak demek bize öğretilenin aksine,
Boyun eğmemektir kimseye.
Açlıktan kazınsa da miden,
Tercih etmemektir karın tokluğunu, bağımsızlığına!
Yaşamak demek mücadele etmek demektir,
Yaşamın ağır getirileriyle.
Yaşamak demek bize öğretilenin aksine,
Gülmektir!
Ağlamak, acıya sarılmak değil, Tedbir almaktı acılara karşı
Ve bununla birlikte, tatlı bir tebessümdür yaşamak.
Yaşamak demek kendin olabilmektir,
Onca ‘’aynı basım’’ insana karşı.
Kendine özgü biçimde eğlenebilmektir yaşamak.
Kim ne derse desin,
Kendin çalıp kendin oynayabilmektir yine kendine has figürlerle.
Yaşamak demek, tek başına da olsan,
Güzel bir fark yaratabilmektir dünyada,
En azından çaba göstermek.
Ve yine bize öğretilenin aksine yaşamak,
Karşılıksız sevmektir bir yavru kediyi, ülkeni, çiçekleri, kayaları, toprağı ve insanları.
Kısacası soluk almak değildir yaşamak.
Gün bitip de girince döşeğine,
Her şeye ve herkese rağmen,
inandıklarının ve mücadelenin haklı gururuyla uyuyabilmektir.
sensiz olmaz dedim sana,
cekip gitmek zorunda miydin?
pismanim dedim sana,
yalvartmak zorunda miydin?

kimin kollarinda,
kimin askinin acisini cekiyorsan,
yolla hepsini bana sevgilim,
en azindan gulumsedigini bileyim.

sen gulunce dunya gulmustu,
tum cicekleri soldurmak zorunda miydin?
bastigin yere cemre dusmustu,
dunyami soguk kuyuya atmak zorunda miydin?

saclarin selale olsun, dokulsun belinden
ruzgar ciksin savursun onlari her yana
kim bilir belki o ruzgar buraya da gelir
hisettirir o kokuyu, selam getirir senden.
illa da bir kişiye adanarak yazılmış şiirlerler değildir (bkz: bir şiirleri)

konuya ilişkin benim şiirlerim aşağıdadır.

(bkz: bir kadın şiiri)

(bkz: bir kadın sevdim)

(bkz: bir çocuk şiiri)

(bkz: bir bebek şiiri)

(bkz: bir anadolu şiiri)

(bkz: bir bekleyiş şiiri)

(bkz: bir doğum günü şiiri)

(bkz: bir dörtlük)

(bkz: bir mitolojik şiir)

bir (bkz: adını bilmediğim aşık şiiri)

bir (bkz: gizli öğreticilik şiiri)
bir kadın

bir kadın,
var olmanın ötesinde
düşlerin gerçeği
gerçeğinse hep yarında kaldığı

bir kadın,
özlemin hiç eksilmediği
bakışı görkemli…
gülüşü gamzeli…
dokunuşu yakar…

bir kadın,
beklemeye değer
sevmeye değer
şiire değer

bir kadın,
anlam kazanır her günün
keşfedersin kendini
değerlenirsin kendince

bir kadın,
sen gibi

yazar: (bkz: bir şiirleri)
bir kadın diyorsun,
dünyaya bedel.
dizginler hep ondadır,
erkek kendinde zanneder,
onun dediği hep doğru çıkar.

bir kadın sevmiyorum diyorsa doğrudur,
seviyorum diyorsa da öyledir.

erkek bir tek, terk edildiğinde anlar,
sevilmenin değerini.
sonra hep o kaybettiği sevgiyi doldurmaya çalışır.

işte budur kadının değeri,
yeri doldurulamaması, kendine öz olması!

yazar: (bkz: bir şiirleri)
evet bu,
sana yazdığım bu şiir.
sen, adını bilmediğim,
gerek mi var diye sorduğumda kendime
yok!

bir bilinmeyen şiiri,
bir denklem, bir bekleyiş,
bir merhaba ile başlayan o güneşin doğuşu,
ve bir sıcak selamlaşmanın içini doldurması,aşk değil midir?
aşk neyse nedir!,
önemli olan bir an o güzel yaşanabilecek şeyleri hissetmektir.

(bkz: bir şiirleri)
olmuyor
olmuyor
olmuyor.
bebek gibi

şimdi karşımda
gözlerin gözlerimde
uzatsam dokunacağım tenine
pamuk gibi tenin
benden siyah gözlerin
kahveye çalan bazen
yüreğimden güzel saçların

elin yanağında
aklında ben
“şimdi burada olsa sarılsam
teninin kokusunu tenimde hissetsem” bakışın ...

ne güzel bakıyorsun bir bilsen
bir çağlayanın durulmuş hali gibi sakin
bir ceylanın ürkek olmadan önceki bakışı kadar tedirgin
gülümsemen ise inanıyorum ki yalnızca banadır
böyle içten ve meraklı
hep bir şeyleri bekleyen yeni yetişecek bebek gibi.

(bkz: bir şiirleri)
Seni sevmek –II-

Seni Sevmek,
Yağmurda Islanıp
Üşüdüğünü Anlatmaktır
Sarılıp Isıtmaktır
Üşüyen Bedenini,
Seni Sevmek

Seni Sevmek,
Göğüs Germektir
Zora, Toreye,
Yasama
Kavgada Sırt sırta Vermek
Ve Bir Kap Çorbayı Birlikte Yemektir
Saygı Duymaktır Seni Sevmek

Hastalığında Nane Limon Yapmaktır
Yatağının Ucunda
Seni Sevmek Çocuk Çığlıklarıdır
Uzakta da Olsan El Ele Olmak Hissidir,
Seni Sevmek

Özgürlüktür
Seni Sevmek
Farklı Gövdelerde
Aynı Dalda Birleşmektir

Senin için Ölmemek,
Aksine Yaşamaktır Sevmek
Diğer Gözünden Sakınmaktır
Seni Sevmek,

Teninde Kalan Kokunu Hissetmek
Anın Tadını Çıkartıp
Zevkle Sevişmektir,
Seni Sevmek

(bkz: bir şiirleri)