bugün

mustafa kemal atatürk müslümansa neden oruç tutarken fotoğrafı yok. gibi türetilebilecek ilkel zekanın ürünü sorulardan birisidir. (Kanser olmak artık daha kolay)
adam kuranın mealini çevirdi yaranamadı size aq. bu başlıktaki sorunun cevabınıda zamanın varsa bi atama sorup geliyim.
Hilafet din için değildi çünkü.
bu sorunun şöyle sorulması daha doğru olmaz mı: hilafet neden kaldırıldı? konu çok yönlü olduğu için her yönde doktora tezleri yazılabilir.
Hilafet sisteminde devlet yıkıldığı için. Din ve devlet işleri ayrı tutulmalıdır cahil beyfendi. Hiç mi tarih okumadınız ermeni tohumları.
Gazi mustafa kemal atatürk müslümandı bunda hiç şüphe yok. Hilafetin kaldırılmasını türk islam birliğini baltalamak üzere ingilizler istedi. Bizim de o günün şartlarında öncelikli olarak devletimizi kurmamız gerekiyordu ve ata da siyasi bir manevrayla hilafeti askıya aldı. Yapılan budur. Hilafet makamı kaldırılmamış sadece yürürlükten askıya alınmış tbmm nin uhdesine verilmiştir. Luzumu halinde tekrar uygulansın diye.
Tonlarca kaynakta sadece bir paragrafla bile apaçık anlatılabilen meselenin lüzumsuz sorusudur. Oturup açıklayalım derdik ama hiç araştırma zahmetinde bulunulmasa bile onca sene her inkılap dersinde görüp gram anlamamış bünyelere buradan anlatmanın fuzuli olacağını biliyorum. Ömrünüz allah muhafaza azıcık bilgi edinirim fobisiyle geçiyor gerçekten.
hilafeti kaldirmayanlar muslumansa neden hilafeti kendi keyifleri dogrultusunda suistimal edip halka karsi kullandilar.
madem cok iyi muslumanlardi neden hilafetin gucunu ulkeyi isgal eden batili guclere peşkeş çektiler ve onlarin emirlerini halifenin emriymis gibi fetfalar cikartarak defalarca halka yutturdular?
Peki gercek musluman halifeligin gucunu kullanip vatan hainligi yapar mi? kendi kucuk cikarlari icin halkinin somurulmesine goz yumar mi?
Mustafa Kemal, hilafeti kaldirarak bu kutsal makami tasimaktan kilometrelerce uzak olan sarlatanlarin elinde oyuncak olmasina engel olarak gercek bir musluman gibi davranmistir.
"madem Tasiyamiyorsunuz, hic olmazsa kirletmeyin!" demistir
cok da dogru yapmistir, cunku hilafetin son zamanlari hilafet acisindan baktigin zaman tam bir rezalettir.
görsel
din ve devlet islerini karıştırıp ,allah ile kandıran insanlar oldugu icin !
kuvayı milliyeye katılanları öldürmenin sevap olduğunu söyleyip yunanlarin kazanması için dua ettiren damat ferit paşa gibilerin olmaması için !
suriye veya filistin'e benzememek için. kıçınız rahat oturun diye.
Günümüze bakınca neden kaldırıldığının daha rahat anlaşılması gerekli.
sizin halife ingiliz gemisiyle topuklayınca

halifeye gerek kalmadı.
belki arapların evvelden 769 kez ihanet etmesidir. belki onlardan dost olmayacağını onlar ile beraber emperyalistlere karşı mücadele edilemeyeceğini ( her fırsatta ingilizin almanın fransızın amerikanın oyunlarına gelmeleri ) dolayısı ile yozlaşmaya başladıklarını fark edip ülkesini orta doğu bataklığından kurtarmak istemesidir. velhasılı seversin sevmezsin ancak mustafa kemal ileri görüşlü bir insan bir liderdi. bugün başta suudilerin düştüğü durum ortada. bu durumu yıllar yıllar evvelden görüp kendi ülkesini ve insanını sadece ve sadece demokrasinin kurtaracağını anlamış demek ki.

kaldırmışta fena mı etmiş yani ? orta doğunun içler acısı hali ortada. sorsan islamiyete göre yönetiliyorlar ancak sürekli emperyalist devletlerin güdümünde yaşıyorlar. vatandaşlarının seçme hakları yok özgürlükleri kısıtlı. orta doğuda sözde islamiyete göre yönetilen ülkelerin insanlarına bir sorun bulundukları yeri mi istiyorlar yoksa türkiyede veya avrupa ülkelerinde yaşamayı mı. sorun dinimizde değil dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya alışmış yozlaşmış yöneticilerde. bu yüzden şeriatı istemiyoruz hiç birimiz. şeriatın kendisi değil asıl sıkıntı o hükümleri uygulayacak olanlarda. ışid gibi bir örnek var gözümüzün önünde. ışid müslüman değil diyorlar ama bunu diyenlerin hiç birisi o islam düşmanları kadar dinini bilmiyor. adamlar direkt kutsal kitabı manipüle ediyor, kendilerine göre yorumluyor. neticesinde on binlerce insan katledildi..
müslüman değildi ki. sadece bir müddet dini kullandı. buna mecburdu. kur’an bayrak için kurtuluş savaşında can veren binlerce insan varken laikliği öyle kolay kolay getiremezsin.!
bu gün “akepe dini kullanıyor” diyenler zamanında ağababanız dini kullanarak bir milleti kandırdı. kadınlarınızı soydu. beyninizi afyonladı.

çanlar sustu ve fakat binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere.
tanrı uludur, tanrı uludur...

ismet özel

edit: ayrıca mustafa kamalın ismini doğru yazdığın için tebrik ediyorum seni.
din ile devlet işlerinin karışıp ülkenin içine sıçılacağını öngördüğü için.
(bkz: kamal yazanı sikme isteği)
atam gov tr'de yard. doç. dr. ramazan boyacıoğlu'nun kaynakçalı araştırmasından;

--spoiler--
hilafeti sever iken:

meclis öncesi;

30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandıktan sonra 13 Kasım 1918’de itilaf Devletleri istanbul’a gelmişlerdi. Bundan sonra M.Kemal Paşa “9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği” göreviyle Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu durumu Atatürk; “işte bu sırada idi ki Anadolu’ya ve askeri hususlarla görevlendirilerek ordu müfettişliğine tayin edildim. Bu tevecühü. din ve millete hizmet etmek için en büyük bir ilahi mazhariyet (elde ediş) saydım” şeklinde açıklamıştır.

Bundan sonra Atatürk, bir yandan arkadaşlarıyla birlikte Milli Mücadele’yi başlatırken, öte yandan da Halife ve Hilâfet makamının kurtarılması gerekliliği üzerinde duracaktır. Ülke kurtuluncaya kadar hilâfetin gerekliliğini savunacaktır. Yalnız, zamanla bu görüşlerinde değişmeler olacaktır. “Hilâfet demek, idare, hükümet demektir” diyen Atatürk’ün son hedefi “Cumhuriyet’i” gerçekleştirmektir. Bunu için ne gerekirse onu yapacaktır.

23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında itilaf Devletlerinin Hilâfet ve Saltanat makamı olan istanbul’u işgal ettiklerini, gün geçtikçe artan bir şiddetle Hilâfet ve Saltanat hukukunun, hükümetin haysiyetinin, milli onurumuzun saldırıya uğradığını belirtir, konuşmasının sonunda da şu duada bulunur:

“En son duam şudur ki, istekleri gerçekleştiren Büyük Allah, sevdiği Hz. Muhammed hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu, kıyamete kadar Hz. Muhammed’in dinin en sadık koruyucusu olan necip milletimiz ile saltanat ve yüce hilâfeti korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle sorumlu olan heyetimizi başarılı kılsın! Amin.

4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi açış konuşmasında ise. Saltanat ve Hilâfet merkezi olan istanbul’un hükümdar saraylarına kadar boğucu bir şekilde işgal edildiğinden bahseder.
Sivas Kongresi’nin bitiminde, kongre bir bildiri yayınlar. Bu bildirinin ikinci maddesine göre; Osmanlı topluluğunun bütünlüğü ile milli bağımsızlığın sağlanması ve yüce Hilâfet ve Saltanat makamının korunması için milli güçleri etken, milli iradeyi hâkim kılmak esastır, şeklinde karar alınır.

meclis sonrası;
arzettiğim gibi Hilâfet ve Saltanat makamına olan bağlılığımız ve o makamın bütün gerekli şartlarının korunması birinci esasımızdır. Bu, islam dünyasının dayanağı olan gerçek bağını tesise birinci derecede medar olan bu makamı ihmal etmek hiçbir zaman akıl kârı değildir ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Amaca ulaşmak için ihtiyaç ve iftikar eylediğimiz güçler birinci derecede islâm dünyasıdır. ikide birde Yüce Meclisin Hilâfet ve Saltanat, Halife ve Sultan meseleleriyle uğraşmasında islâm dünyası için sakıncalar vardır. Bu sakıncaları şimdiye kadar fiiliyatiyle gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü savaşımı yaparız.”

hilafeti sever ancak sıkıntılarını söyler iken:

O günün Halife’si olan Vahdettin konusunda ise:
“Yazık ki şimdi Hilâfet ve Saltanat makamını işgal eden zat, bu millet için hain bir adamdır” dedikten sonra bunu da şöyle açıklanmaktadır:
“Çünkü Halife ve Padişah sıfatını takınmış olan kimsenin bu milleti iğfal, ifsat etmek için bizzat işgal eylediği bir takım bozguncu teşkilatı vardır. Bu teşkilatta, o bozgunculuklarda kendisinde cesaret gören bir adam hükümsüzdür, hükümsüz olacaktır. Bizi reddetmek akıl kârı değildir. Belâhettir (alıklıktır). Oysa gerçek durum böyle değildir. Bu millet her şey yapar. Kendi geleceğini korumak için ve bunun üstünde ona da hürmet ve riayet eder. Onun da yasal haklarını ve korunmasını tanır. Onun yasal hakları bu milleti yok edip bitirmek değildir. Cüret ve cesaret gördüğüm sununla anlaşılıyor. Bu milletin düşüncesinde; mutlaka padişah ve halife olan kişinin emrine kayıtsızca, düşüncesizce itaat etmek zorunda bulunduğundan dolayı bunu avucumuzda tutalım ve istediğimiz şeyleri kendisine emredelim “.
Bu açıklamanın devamında ise:
“Bu mesele geniş nazik ve önemli bir meseledir. Bugün fiilen uygulamak için yaptığımız bir takım kanun maddeleri vardır. Bunlara buna benzer bir ifadeyi koyunca bize, halife ve padişahınız. nerede diye sorarlar. Ne cevap vereceksiniz? Esir mi diyeceğiz? işte büyük alimlerimizin ve fazıllarımız vardır. Esir olan adam padişah olamaz. Biz öteden beri diyoruz ki Halife ve Padişahımız şer’î gücünü ve kuvvetini kullanmaktan men edilmiştir. Haince hareket ediyor. Öyleyse bu mesele ile uğraşmak uygun değildir. “Nerede bizim Halife ve Padişah ‘ımız deriz ve bugün ya onu tanımak gerekir ya da onun yerine derhal birisini koymak gerekir” buyurursunuz. Böylece bu işi böyle karıştırmak “Halife ve Padişah nerede, Hilâfet ve Saltanat makamı nerededir; esirdir ya da güç ve kudretini kullanamaz dersek” ilga ederiz. içinden çıkamayız. Sonra ufak bir madde ile içinden çıkamayız. irtibatı nedir, hukuku nedir? onlar için kanun yapmak gerekir.”
M.Kemal’in Vahdettin’i hainlikle suçlamasının sebebi ayaklanmalar ve 22 Temmuz 1920’de Sevres (Sevr) projesinin kabul edilmesinden dolayıdır.

hilafet ve saltanatı birbirinden ayırır(burada halen müslüman):
1920 yılı, ayaklanmaların bastırılması ve Doğu ‘da Kazım Karabekir Paşa’nın Ermenilere karşı zaferi (17 Kasım) ile geçer. 1921 yılı I.inönü Savaşı (6-10 Ocak), Çerkez Ethem’in sindirilmesi (22 Ocak), II. inönü Savaşı (1 Nisan) ve Sakarya Meydan Muharebesi (13 Eylül) ile son bulur. Bundan sonra sıra Büyük Taarruzu gerçekleştirmek ve düşmanı denize dökmektir. 9 Eylül 1922’de bu da gerçekleşince, sıra Lozan barışına gidecek heyetin oluşturulmasına gelmiştir.
itilaf Devletleri, Lozan Konferans’ına hem istanbul hükümetini, hem de Ankara hükümetini birlikte çağırırlar. Buna kızan M.Kemal ve arkadaşları, padişahlığın kaldırılmasını kararlaştırırlar ve I Kasım 1922’de çıkarılan bir yazı ile halifelik ve padişahlık birbirinden ayrılır.
Zafer kazanmış olan Ankara artık güçlüdür ve kendisinin üstünde bir güç istememektedir. Bu itibarla M.Kemal, 1 Kasım 1922’de Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden ayrıldığı gün yaptığı konuşmasında zaten üç seneden beri Yüce Meclisin milli hakimiyet ve milli saltanatı elinde bulundurduğunu belirttikten sonra Türk ve islâm tarihi üzerinde bir kısım açıklamalarda bulunur.
“Beyler! Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşan nüfustan oluşan büyük bir Türk Milleti vardır. Bu milletin yeryüzündeki genişliği ölçüsünde tarih sahnesinde de bir derinliği vardır. Beyler! Bu derinliği isterseniz iki ölçekle ölçelim. Birinci birimi tarih öncesi devirlere ait olan ölçeğidir. Bu ölçeğe göre Türk Milletinin ceddine kadar olan Türk adındaki insan; insanın ikinci atası Nuh (a.s)’un oğlu Yâsef’ in oğlu olan kişidir” dedikten sonra “Türkler on beş asır önce Asya’nın göbeğinde büyük devlet kurmuş ve insanın hertürlü kabiliyetine tecelligah olmuş birer unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bir Türk devleti, atalarımız olan Türk Milleti’nin kurduğu bir devletti”
M.Kemal, Türklerle ilgili bu açıklamayı yaptıktan sonra, Araplarla ve Hz. Peygamberlerle ilgili, Dört Halife ve daha sonra kurulan islâm devletleri ile ilgili ve bu devletlerdeki, Halife ve Hilâfet’in durumları ile ilgili açıklamalarda bulunurken şu bilgileri verir:
“Beyler! Yine bilinmektedir ki: Dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asya’ya ait kısmı Cezîretü’l-arab’da yoğun olarak varlıklarını sürdürürler. Nübüvvet ve risalete mazhar olan Fahriâlem Efendimiz bu Arap kütlesi içinde, Mekke’de dünyaya gelmiş mübarek bir vücut idi.
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür, ilahi adetlerin görüşlerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki çağda incelenebilir, ilk çağ insanlığın çocukluk ve gençlik çağı, ikinci çağ, insanlığın erginlik ve olgunluk çağdır. insanlık birinci çağda tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmeyi gerekli görür. Allah, kullarının gerekli olan olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden vasıtalarla, kullarıyla ilgilenmeyi ilahi gereklilik saymıştır. Onlara Hz. Adem (a.s) den itibaren kaydedilmiş, kaydedilmemiş sonsuz denecek kadar çok peygamber ve elçi göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni hakikatları verdikten sonra artık insanlıkla aracı yoluyla temasta bulunmaya gerek görmemiştir, insanlığın anlama derecesi,aydınlanma ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya ilahi ilhamlarla temas yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Bu sebebledir ki Hz. Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır.

halife ve hilafet değerlendirmesi:

1 Kasım 1922’de Saltanat Hilâfetten ayrıldıktan sonra Halife sıfatıyla kalan Vahdettin 17 Kasım 1922’de Malaya adlı ingiliz harp gemisiyle istanbul’dan gizlice ayrılınca Rafet Paşa durumu istanbul’dan Ankara’ya telgrafla bildirmiştir. Bu olay Ankara’yı bir anda heyecanlandırmıştır. M. Kemal, mecliste gizli oturumda şu konuşmayı yapmıştır:
“Bu telgraf 17-18’de çekilmiştir. Efendim bu bilgi üzerine bu sabah Bakanlar Kurulunu oluşturan arkadaşlarımızı topladık ve gizlice araştırdık. Müzakeremizin sonucu olarak yüce heyetinize sunacağım noktalar kısadır. Elbette alınacak karar müzakere sonucunda belirlenecektir. Herşeyden önce Halife makamı işgal eden kişinin şimdiye kadar bizce bilinen bir hıyaneti vardır. Sevr sözleşmesini onaylamakla Türkiye’nin idamını kabul etmiş olmasıdır. Bu kez yine Halife adını takınarak islâm’ın en güçlü ve en kötü düşmanı olan ingilizlere Halife Unvanıyla başvurup kendisinin bütün islâm aleminde ihanet etmesi tarzında bir şekilde kabul edilebilir. Şu halde bu insan şeklinde görünen, Türkiye’miz için, necip milletimiz için ve islâm âlemi için öldüren zehirli bir yılan olan, bu suretle defedilmiş olması, üzerine boş kalan islâm imametine bir kişinin seçilmesinin zorunlu olduğunda odaklanır.
M.Kemal bu açıklamalarından sonra Halife’nin seçimi ile ilgili düşüncelerini ve seçilen Halife’nin islam âlemine yayınlanacağı bildiri konusunu şöyle açıklamaktadır:
“Arkadaşlar, ben yapılması gereken işi şimdi arz edeceğim gibi düşünmekteyim. Yüce heyetiniz Halife’yi seçer. Bunun üzerine Meclis’in bir seçim kararnamesi ortaya çıkar. Bu kararname üzerine TBMM, falan kişinin hilâfet makamına seçildiğine dair bir bildiri düzenler. Aynı anda hilâfet makamına seçilen kişinin de TBMM tarafından hilâfet makamına seçildiğini bütün islâm âlemine bildirilecek bir bildirisi olacaktır. Her iki bildiri de meclis tarafından görüldükten sonra tesbit olunacaktır. Bu kararla birlikte bu iki bildiri seçilen kişiye Meclisimizin belirleyeceği bir yolla bildirilecektir. Seçildiği kendisi kabul ederse o bildiri imza ettirilecek ve o bildiri islâm âlemine gidecektir. Aynı zamanda TBMM bildirisi de islâm âlemine gidecektir. Başka hiç bir işe gerek yoktur.
Görüldüğü gibi M.Kemal, Halife konusunda çok hassastır. Hatta seçim bildirisini bile Meclisin ya da kendisinin onayından sonra islâm âlemine bildirilmesini istemektedir.

--spoiler--

falan filan girin okuyun olum işte.

http://www.atam.gov.tr/de...ilafetle-ilgili-gorusleri

ayrıca halifenin seçimle belirlenmesi, Şûrâ Sûresine göre mümkündür.
atam gov tr'de yard. doç. dr. ramazan boyacıoğlu'nun kaynakçalı araştırmasından;

--spoiler--
hilafeti sever iken:

meclis öncesi;

30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandıktan sonra 13 Kasım 1918’de itilaf Devletleri istanbul’a gelmişlerdi. Bundan sonra M.Kemal Paşa “9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği” göreviyle Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu durumu Atatürk; “işte bu sırada idi ki Anadolu’ya ve askeri hususlarla görevlendirilerek ordu müfettişliğine tayin edildim. Bu tevecühü. din ve millete hizmet etmek için en büyük bir ilahi mazhariyet (elde ediş) saydım” şeklinde açıklamıştır.

Bundan sonra Atatürk, bir yandan arkadaşlarıyla birlikte Milli Mücadele’yi başlatırken, öte yandan da Halife ve Hilâfet makamının kurtarılması gerekliliği üzerinde duracaktır. Ülke kurtuluncaya kadar hilâfetin gerekliliğini savunacaktır. Yalnız, zamanla bu görüşlerinde değişmeler olacaktır. “Hilâfet demek, idare, hükümet demektir” diyen Atatürk’ün son hedefi “Cumhuriyet’i” gerçekleştirmektir. Bunu için ne gerekirse onu yapacaktır.

23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında itilaf Devletlerinin Hilâfet ve Saltanat makamı olan istanbul’u işgal ettiklerini, gün geçtikçe artan bir şiddetle Hilâfet ve Saltanat hukukunun, hükümetin haysiyetinin, milli onurumuzun saldırıya uğradığını belirtir, konuşmasının sonunda da şu duada bulunur:

“En son duam şudur ki, istekleri gerçekleştiren Büyük Allah, sevdiği Hz. Muhammed hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu, kıyamete kadar Hz. Muhammed’in dinin en sadık koruyucusu olan necip mille¬timiz ile saltanat ve yüce hilâfeti korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle sorumlu olan heyetimizi başarılı kılsın! Amin.

4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi açış konuşmasında ise. Saltanat ve Hilâfet merkezi olan istanbul’un hükümdar saraylarına kadar boğucu bir şekilde işgal edildiğinden bahseder.
Sivas Kongresi’nin bitiminde, kongre bir bildiri yayınlar. Bu bildirinin ikinci maddesine göre; Osmanlı topluluğunun bütünlüğü ile milli bağımsızlığın sağlanması ve yüce Hilâfet ve Saltanat makamının korunması için milli güçleri etken, milli iradeyi hâkim kılmak esastır, şeklinde karar alınır.

meclis sonrası;
arzettiğim gibi Hilâfet ve Saltanat makamına olan bağlılığımız ve o makamın bütün gerekli şartlarının korunması birinci esasımızdır. Bu, islam dünyasının dayanağı olan gerçek bağını tesise birinci derecede medar olan bu makamı ihmal etmek hiçbir zaman akıl kârı değildir ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Amaca ulaşmak için ihtiyaç ve iftikar eylediğimiz güçler birinci derecede islâm dünyasıdır. ikide birde Yüce Meclisin Hilâfet ve Saltanat, Halife ve Sultan meseleleriyle uğraşma¬sında islâm dünyası için sakıncalar vardır. Bu sakıncaları şimdiye kadar fiiliyatiyle gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü savaşımı yaparız.”

hilafeti sever ancak sıkıntılarını söyler iken:

O günün Halife’si olan Vahdettin konusunda ise:
“Yazık ki şimdi Hilâfet ve Saltanat makamını işgal eden zat, bu millet için hain bir adamdır” dedikten sonra bunu da şöyle açıklanmaktadır:
“Çünkü Halife ve Padişah sıfatını takınmış olan kimsenin bu milleti iğfal, ifsat etmek için bizzat işgal eylediği bir takım bozguncu teşkilatı vardır. Bu teşkilatta, o bozgunculuklarda kendisinde cesaret gören bir adam hükümsüzdür, hükümsüz olacaktır. Bizi reddetmek akıl kârı değildir. Belâhettir (alıklıktır). Oysa gerçek durum böyle değildir. Bu millet her şey yapar. Kendi geleceğini korumak için ve bunun üstünde ona da hürmet ve riayet eder. Onun da yasal haklarını ve korunmasını tanır. Onun yasal hakları bu milleti yok edip bitirmek değildir. Cüret ve cesaret gördüğüm sununla anlaşılıyor. Bu milletin düşüncesinde; mutlaka padişah ve halife olan kişinin emrine kayıtsızca, düşüncesizce itaat etmek zorunda bulundu¬ğundan dolayı bunu avucumuzda tutalım ve istediğimiz şeyleri kendisine emredelim “.
Bu açıklamanın devamında ise:
“Bu mesele geniş nazik ve önemli bir meseledir. Bugün fiilen uygulamak için yaptığımız bir takım kanun maddeleri vardır. Bunlara buna benzer bir ifadeyi koyunca bize, halife ve padişahınız. nerede diye sorarlar. Ne cevap vereceksiniz? Esir mi diyeceğiz? işte büyük alimlerimizin ve fazıllarımız vardır. Esir olan adam padişah olamaz. Biz öteden beri diyoruz ki Halife ve Padişahımız şer’î gücünü ve kuvvetini kullanmaktan men edilmiştir. Haince hareket ediyor. Öyleyse bu mesele ile uğraşmak uygun değildir. “Nerede bizim Halife ve Padişah ‘ımız deriz ve bugün ya onu tanımak gerekir ya da onun yerine derhal birisini koymak gerekir” buyurursunuz. Böylece bu işi böyle karıştırmak “Halife ve Padişah nerede, Hilâfet ve Saltanat makamı nerededir; esirdir ya da güç ve kudretini kullanamaz dersek” ilga ederiz. içinden çıkamayız. Sonra ufak bir madde ile içinden çıkamayız. irtibatı nedir, hukuku nedir? onlar için kanun yapmak gerekir.”
M.Kemal’in Vahdettin’i hainlikle suçlamasının sebebi ayaklanmalar ve 22 Temmuz 1920’de Sevres (Sevr) projesinin kabul edilmesinden dolayıdır.

hilafet ve saltanatı birbirinden ayırır(burada halen müslüman):
1920 yılı, ayaklanmaların bastırılması ve Doğu ‘da Kazım Karabekir Paşa’nın Ermenilere karşı zaferi (17 Kasım) ile geçer. 1921 yılı I.inönü Savaşı (6-10 Ocak), Çerkez Ethem’in sindirilmesi (22 Ocak), II. inönü Savaşı (1 Nisan) ve Sakarya Meydan Muharebesi (13 Eylül) ile son bulur. Bundan sonra sıra Büyük Taarruzu gerçekleştirmek ve düşmanı denize dökmektir. 9 Eylül 1922’de bu da gerçekleşince, sıra Lozan barışına gide¬cek heyetin oluşturulmasına gelmiştir.
itilaf Devletleri, Lozan Konferans’ına hem istanbul hükümetini, hem de Ankara hükümetini birlikte çağırırlar. Buna kızan M.Kemal ve arkadaşları, padişahlığın kaldırılmasını kararlaştırırlar ve I Kasım 1922’de çıkarılan bir yazı ile halifelik ve padişahlık birbirinden ayrılır.
Zafer kazanmış olan Ankara artık güçlüdür ve kendisinin üstünde bir güç istememektedir. Bu itibarla M.Kemal, 1 Kasım 1922’de Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden ayrıldığı gün yaptığı konuşmasında zaten üç seneden beri Yüce Meclisin milli hakimiyet ve milli saltanatı elinde bulundurduğunu belirttikten sonra Türk ve islâm tarihi üzerinde bir kısım açıkla¬malarda bulunur.
“Beyler! Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşan nüfustan oluşan büyük bir Türk Milleti vardır. Bu milletin yeryüzündeki genişliği ölçüsünde tarih sahnesinde de bir derinliği vardır. Beyler! Bu derinliği isterseniz iki ölçekle ölçelim. Birinci birimi tarih öncesi devirlere ait olan ölçeğidir. Bu ölçeğe göre Türk Milletinin ceddine kadar olan Türk adındaki insan; insanın ikinci atası Nuh (a.s)’un oğlu Yâsef’ in oğlu olan kişidir” dedikten sonra “Türkler on beş asır önce Asya’nın göbeğinde büyük devlet kurmuş ve insanın hertürlü kabiliyetine tecelligah olmuş birer unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bir Türk devleti, atalarımız olan Türk Milleti’nin kurduğu bir devletti”
M.Kemal, Türklerle ilgili bu açıklamayı yaptıktan sonra, Araplarla ve Hz. Peygamberlerle ilgili, Dört Halife ve daha sonra kurulan islâm devletleri ile ilgili ve bu devletlerdeki, Halife ve Hilâfet’in durumları ile ilgili açıklamalarda bulunurken şu bilgileri verir:
“Beyler! Yine bilinmektedir ki: Dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asya’ya ait kısmı Cezîretü’l-arab’da yoğun olarak varlıklarını sürdürürler. Nübüvvet ve risalete mazhar olan Fahriâlem Efendimiz bu Arap kütlesi içinde, Mekke’de dünyaya gelmiş mübarek bir vücut idi.
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür, ilahi adetlerin görüşlerine ba¬karak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki çağda incelenebilir, ilk çağ insanlığın çocukluk ve gençlik çağı, ikinci çağ, insanlığın erginlik ve olgunluk çağdır. insanlık birinci çağda tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmeyi gerekli görür. Allah, kullarının gerekli olan olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden vasıtalarla, kullarıyla ilgilenmeyi ilahi gereklilik saymıştır. Onlara Hz. Adem (a.s) den itibaren kaydedilmiş, kaydedilmemiş sonsuz denecek kadar çok peygamber ve elçi göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni hakikatları verdikten sonra artık insanlıkla aracı yoluyla temasta bulunmaya gerek görmemiştir, insanlığın anlama derecesi,aydınlanma ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya ilahi ilhamlarla temas yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Bu sebebledir ki Hz. Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır.

halife ve hilafet değerlendirmesi:

1 Kasım 1922’de Saltanat Hilâfetten ayrıldıktan sonra Halife sıfatıyla kalan Vahdettin 17 Kasım 1922’de Malaya adlı ingiliz harp gemisiyle istanbul’dan gizlice ayrılınca Rafet Paşa durumu istanbul’dan Ankara’ya telgrafla bildirmiştir. Bu olay Ankara’yı bir anda heyecanlandırmıştır. M. Kemal, mecliste gizli oturumda şu konuşmayı yapmıştır:
“Bu telgraf 17-18’de çekilmiştir. Efendim bu bilgi üzerine bu sabah Bakanlar Kurulunu oluşturan arkadaşlarımızı topladık ve gizlice araştırdık. Müzakeremizin sonucu olarak yüce heyetinize sunacağım noktalar kı¬sadır. Elbette alınacak karar müzakere sonucunda belirlenecektir. Herşeyden önce Halife makamı işgal eden kişinin şimdiye kadar bizce bilinen bir hıyaneti vardır. Sevr sözleşmesini onaylamakla Türkiye’nin idamını kabul etmiş olmasıdır. Bu kez yine Halife adını takınarak islâm’ın en güçlü ve en kötü düşmanı olan ingilizlere Halife Unvanıyla başvurup kendisinin bütün islâm aleminde ihanet etmesi tarzında bir şekilde kabul edilebilir. Şu halde bu insan şeklinde görünen, Türkiye’miz için, necip milletimiz için ve islâm âlemi için öldüren zehirli bir yılan olan, bu suretle defedilmiş olması, üzerine boş kalan islâm imametine bir kişinin seçilmesinin zorunlu olduğunda odaklanır.
M.Kemal bu açıklamalarından sonra Halife’nin seçimi ile ilgili düşüncelerini ve seçilen Halife’nin islam âlemine yayınlanacağı bildiri konusu¬nu şöyle açıklamaktadır:
“Arkadaşlar, ben yapılması gereken işi şimdi arz edeceğim gibi düşünmekteyim. Yüce heyetiniz Halife’yi seçer. Bunun üzerine Meclis’in bir seçim kararnamesi ortaya çıkar. Bu kararname üzerine TBMM, falan kişinin hilâfet makamına seçildiğine dair bir bildiri düzenler. Aynı anda hilâfet makamına seçilen kişinin de TBMM tarafından hilâfet makamına seçildiğini bütün islâm âlemine bildirilecek bir bildirisi olacaktır. Her iki bildiri de meclis tarafından görüldükten sonra tesbit olunacaktır. Bu kararla birlikte bu iki bildiri seçilen kişiye Meclisimizin belirleyeceği bir yolla bildirilecektir. Seçildiği kendisi kabul ederse o bildiri imza ettirilecek ve o bildiri islâm âlemine gidecektir. Aynı zamanda TBMM bildirisi de islâm âlemine gidecektir. Başka hiç bir işe gerek yoktur.
Görüldüğü gibi M.Kemal, Halife konusunda çok hassastır. Hatta seçim bildirisini bile Meclisin ya da kendisinin onayından sonra islâm âlemine bildirilmesini istemektedir.

--spoiler--

falan filan girin okuyun olum işte.

http://www.atam.gov.tr/de...ilafetle-ilgili-gorusleri

ayrıca halifenin seçimle belirlenmesi, Şûrâ Sûresine göre mümkündür.
itilaf devletlerinin masadaki sandalye sayısını azaltmak için.
Bunun misali tarihte pek çoktur
Yaysa eğer islam, Türklükte oktur
islam, TÜRK demektir, Türk demek iSLAM
Sen insansan neden bu kadar malsın.
Baktı ki tarikatler dini tezgaha koymuş ayet ayet hilafet adı altında satıyor o da islamiyete zarar verilmesini önlemek adına kaldırdı. Yobazlara kaldırdığı başka şeyler de var. Mesela istiklal mahkemeleri. Dindarları değil dincileri çileden çıkartmış o çıkanların bir çoğunu da cehenneme gitmelerine vesile olmuştur.
dinci götoşlar milletin kanını daha fazla ememesin diye. cevabı bulmak kolay.
Hilafet makamının ingilizlerin eline geçmesini engellemiştir. Şimdi bile arap devletleri kucakta.