bugün

entry'ler (36)

yankesici zannedilecek kadar tipsiz olmak

başımdaki en büyük bela. gerçekten başımda ama. ulan tipimi kapatmak için şapka bere ne varsa taktım soğuğu bahane ederek ama olaya bak.

güvenpark polis noktasındaki üst geçide önümden bi çift girdi. çiftin erkek üyesi olan dallama bana dönüp baktı, sonra göt cebindeki cüzdanını alıp montunun cebine koydu. fermuarı çekiyo bi de şerefsiz. analizine sıçtımın.

itin götüne girilen anlar

11üs te başıma gelmiştir. Faciadır benim için.

Otobüste ortadaki boşlukta ayakta dikiliyorum, o sırada bi kadın küçük kızıyla birlikte kapıya doğru hareketlendi. Ben de tez canlılık, onun yerine düğmeye bastım. Ellerinde çantalar falan vardı, bi de çocuk, zahmet etmesin istedim.

Kadın: ben bi dahaki durakta inecektim.

(Yediğim boku temizleme gayreti ile kaptana ortadan el kol hareketleriyle destekli olarak bağırırım)
Skp: aa pardon... Kaptağn orta kapı iptal, inmeyecekmiş abla...
(Kaptandan ses çıkmaz, durağa doğru yanaşır)

Skp: kaptaağn orta kapı iptal...

(Kaptan yanaşmaya devam eder)

Skp: kaptaan orta kapı ipt...
Kaptan (patlar): bi sus amına koyim, duraktan yolcu alacam!..

Nasıl bi koyduysa, Beyaz ışığı gördüm geri geldim amk. Ameliyat sahnelerinde 400 amper... cuks... biiiiiiip diye elektrik verilen ölüye döndüm, geri geldim.

ağlayan pkk lının gözyaşını obüs mermisiyle silmek

Çok romantik bir eylem. Kıyamayız biz onların gözyaşlarına. Ne yapalım, biz de böyle deli seviyoruz işte.

(bkz: Ona küçük operasyonlar yap)

seriatin kestigi parmak

Uyanılmayacak uykularım olmuştur.

Uyandığım zaman daha çok yorulduğumu hissederek, uyumadan önce bıraktığım yerden devam etmeye alışkın, her sabah tekrar başlıyorum hayatımın gelmiş geçmiş en zor 22 saatine. Dünkü 22 saatten tek farkı, evvelsi günkü eziyetin üzerine 22 saat daha eklenmiş olması olan bugünkü 22 saatime nefret ile uyanıyorum. Sabah ezanı ile uyanıyor, önce köpeklerin havlamalarını kesmesini, sonra otobüslerin homurdanmalarının artışını duyarak kalbimin sıkışmasını gözlemliyorum. Sanki bu gün de geçmek bilmeyecek, tırnaklarım çekilecek, kulağıma erimiş kurşun akıtılacak, gözlerime şişler sokulacak, son günüm bugün olacakmış hissi ile birlikte, her gün beynimin en hassas noktalarına kadar dokunan onlarca insan ile karşılaşma düşüncesi gözümün önüne geldikçe; anlık, sert ve profesyonel bir acı istiyorum. Öyle bir acı olsun ki, akabinde göreceğim beyaz ışığın, hissizlik ile dolacak bedenimin, uğuldayacak kulaklarımın hayali ile hiçbir şeye ah etmeyeyim.

Tayland’da adaletsizliği protesto etmek için onlarca şaşkın bakışın arasında bir meydanda üzerine benzin döküp kendini cayır cayır yakan, bunu yaparken gözlerini dahi kırpmadan, ah etmeden, tek bir kası dahi seğirmeden, katlanarak büyüyen acıyı göğüsleyen, akabinde ödülünü alacak olmaktan emin olmanın verdiği o ince rahatlatıcı haz ile önündeki son nefsani engeli de aşmış o rahip gibi hissetmek istiyorum. Arınmanın, bedel ödemenin, karşılık bulmanın, olmayanı var eden iradeye dokunabilmenin özlemi ile yaşadığım bu dünyaya bir yerinde artık son vermek istiyorum.

Artık gerçekliğine asla inanamayacağıma inandığım sorunların, dedikoduların, kötü bakışların, iç hesapların, borçlu kalmanın, minnet duygusunun o insanı ezen hain sızısının, kadına şiddetin, neden katlanmak durumunda kaldığımı halen çözemediğim anlamsız işler yapan anlamsız insanların ebleh suratlarının, annemin üzülmesinin, babamın o umudu sönmüş bakışlarının, ancak ve ancak bir sorun olarak var olabilen zihnimin, asla yolunda gitmeyeceğine inanma yoluna girdiğim bu hayat sürecinin sonu en uygun ne zaman olabilir ki? Ya da belirlenmiş, ölçülüp biçilmiş, uygun görülebilecek, biraz düşünüldükten sonra “mükemmel zamanlama değil ama yine de biraz özen göstermiş evet, 10 üzerinden 8 kanka benim povanım sana” denilebilecek bir an var mı bunun için? ilerleyen zamanlarda mutluluğu, samimiyeti, bakışlardaki o sıcaklığı, ışıldayan bir çift göze bakarken tuttuğum o narin ve bakım kremi sürülmüş, ahududu kokulu elleri, demek ki ahududu aromalı bakım kremi sürülmüş o narin elleri, hayallerimin tamamının yaşanıp bittiğine, artık yokluğun var olduğuna inanıp sonsuzluk sarhoşluğuna erişeceğim o kutsal günü, o yüce makamı, o ideayı ne kadar daha kovalamam lazım? Pes etmek bu oyunda var mı? Bu kumarı oynamanın kuralı kaidesi nedir?

Yakında elbet uyuyacağım, o arzuladığım, kendisine giden yollarda fırsat kolladığım nihai uykuya uyanmamacasına dalacağım. Evet, benim uyanılmayacak uykularım olmuştur.

****

Her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim de olmuştur.

Neyi istediğini bilen o naif, o tecrübeli insanın serinkanlılığı ile sakin ve yolunda akıp giden, nereye aktığını bilmediği halde, her çarptığı taşa yararı dokunarak, eziyet çekmeden, acımadan, yıpranmadan, -eşşek kadar adam- ağlamadan geçmesini istediğim o hayatı görüyordum bir zamanlar. Zeytin karası hissettiğim gözlerimi, benliğimi iliklerime kadar ışıkla doldurduğunu hissettiğim güneşin altındaki sevecen bakışlarımı, simsiyah sırma saçlarımı, yorulmayan bedenimi, kırılmayan azmimi, bir tumblr fotoğrafındaki kadar canlı renklerle yaşadığıma sonuna kadar iman ettiğim nadide enstantanelerimi, kahve fincanının kağıda bıraktığı o düzensiz yuvarlak kahve lekesinde bile bir ışığı, bir eskimezliği, tarihe mal oluşu yakaladığıma inandığım o güzel günlerimi uğurluyorum. Gözlerimin altında kendini göstermeye başlayan siyahlıklar, alnımda belirmeye başlamış kırışıklıklar, kollarımda yorgun olduğum zamanlarda ortaya çıkan seğirmeler, soğuktan sertleşen ve pürüzlenen cildim, ara sıra üşümeye başlayan bedenim, ve artık kör gibi hissettiğim gözlerim ile arka kapıdan sessiz sedasız uğurluyorum hayatımın bir hayata denk düşecek kadar kısmını.

Artık kendimi ölüme doğru sürdüğümü bilerek, biraz keyif, biraz keder, öyle keyfe keder bir hal içerisinde, üzerime bir şeyler yapıştırıldığım, eklendiğim, zımbalandığım o fabrikasyon bandını tepeden, büyük resim olarak görmenin verdiği rahatlık ile sonuca, o gerçek atmosfere gitmek için pakete gireceğim, kolilenip, bantlanıp, üzerime not düşülüp kayda girileceğim günün kokusu ile mayhoşum. Kayan zemini umursamadan, kimi zaman gün ışığı ile kör olarak, kimi zaman umutsuzluğun, çürümüşlüğün, kokuşmuş ilkelerin hazımsızlığı ile anlık basiretler yaşayarak, ama bedenimi ve ruhumu eskiterek, yaralayarak, daha derinlere daha küflü, daha isli birikintilerimi saklayarak, elimde bir fincan çayım ile kurulduğum koltuktan, bir kedinin dişlerinin arasında sürüklenen ufacık bir civcive ait kemik ve tüy parçalarına bakıyorum.

Oturduğum kafenin önünden geçen 3-4 kişilik üniversiteli gencin, aynı kediye, ve aynı tüylere bakarak biraz hayıflı, biraz merhametli birkaç cümle kurarak ilerlemesini, oturmakta olduğum aşırı yumuşak koltuğun yanında çalışan klimanın homurtusu sebebiyle, az önce can vermiş civcivden bile espri çıkarıp hayvanlar gibi güldüklerini tahmin ettiğim goygoylarını duyamamamı, içlerinden cevval olan bir maybaşın ayağını asfalta sertçe vurarak kediyi ürkütmesini, ürkütme olayını desteklemek için kollarını kaldırırken sağ elindeki kitaplardan birinin asıl hizasından çıkıp diğer iki kitap ile hafif çapraz hale gelmesini, kediyi kaçırdıktan sonra arkadaşlarının yanına birkaç hızlı adımda erişirken, bir yanda polarının az önceki kedi hareketini yaparken kollarına doğru düşen omzunu düzeltişini ve daha bir çok gereksiz ayrıntıyı birbirine bağlamanın peşindeyim.

Evet yahu, tabi ki ben de bir zamanlar civcivlerin, sarı civcivlerin, aslında sarı iken bin bir eziyet ile boyanıp lacivert, haki, bej ve füme renk alan sarı civcivlerin eziyet çekmediği, “hmm ne kadar hırçınlı ve ne kadar da avcı bir kedi”nin ağzından sarkmadığı günleri benimsemiştim. O günlerde köpekler şimdiki gibi geceleri otobüsten inip evine giden ürkek kızları hırlayıp gürleyerek korkutmaz, geceleri bir umut ile dalmak üzere olduğum uykumu mundar edecek o “la” dan girdikleri ve asla detone olmadıkları havlama sololarını atmaz, sadece atılan plastik oyuncağı koşa koşa gidip alıp gelirlerdi, adları hep “lessi” olurdu. O günlerde kediler şimdiki kediler gibi kuş yavrularını, fareleri, civcivleri kovalayıp köpeklerden kaçmaz, sadece tüylerini yalar, koltuk minderini tırnakları ile hacamat eder, anahtarlık ve flashdiskleri olur olmadık ücra yerlere saklardı.  Tabiatım o yönde görmemi emrederdi bana. iyilik görmemi, iyileştirmemi, münasip olan neyse onu uygulamamı, doğanın sistemine karşı kendi inisiyatifimi kullanma cesaretimi bana verirdi.

Evet tabi ki. Benim de her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim olmuştu.

****

Gidebileceğim kadar gittim, benzin ışığı yanalı çok oldu.

O son dönemeci dönmeden önce, şimdiye kadar bir türlü kendime ve başka hiçbir adem evladına yakıştıramadığım yüz kızartıcı suçların, aşağılamanın, garez beslemenin, kinlenip kabarmanın, kibirlenmenin geride kaldığı o ışıl ışıl, sessiz, ıssız ve sadece lepiska saçlı çocukların yürekleri pır pır, heyecanla koşuşturdukları bayram günlerine vuslatım gerçekleşmeden önce, bir haykırış gerekiyor bana. içimde kalır, dert bağlarım, ahım olur.

Kendimi sizden soyutlamanın zevkini şimdiden ufak ufak yaşarken; sarhoş olmadan önce hayal edilen, ulaşılmak için yudum yudum o ateş kızılı içilen o hafif kıyak, hafif uyuşuk, hafif karıncalı fakat biraz umursamaz, biraz aşmış, biraz da hakikate yaklaşmış kafamla, vücuttan kopmuş bir kolun serinliği, tepkisizliği ve umursamazlığı ile dalgamı geçip suçlayayım sizi birkaç şeyle, çünkü böylesi gerçekten daha rahatmış lan. Ölüm çok sıcak. Gelsenize melis, pelin!

Gözlerinizde bir hırs görüyorum. Hayatınızı güzelleştirirken sizi çirkinleştiren, imkanlarınızı genişletirken ruhunuzu daraltan, hayatınıza yön verirken hayallerinizi belirsizleştiren hırsınızdan bahsediyorum evet. Birazı hayat veren oksijene, birazı denge sağlayan azota, fakat fazlaca bir kısmı zehirli, kirli, uykulu ve farkındalıksız monoksite benzeyen o hırslı havanıza garezim var. Garezin bile olmadığı yere gitmeden önce yaşamalıyım bu garezi, ki bir farkı olsun gittiğim yerin.

Bitirsin sizi bu hırsınız. Doyumsuz primatlar olun. Neden ve nasıl istemeniz gerektiğini boş verip sadece ne istediğinize yoğunlaşın. insanlık hırkanızı bir kenara atıp, terfi alan Ozan’a yaftalar vurun. 1024p ekran size yetmesin. Daha iyisini hak etmeniz gerektiğine kendinizi inandırın. Sonra daha fazlasını hak ettiğinize iman ederek sınırlarınızı genişletin. Bu yaşadığınız mahalle de nesi? Filanca zenginin oturduğu binada araç asansörü aracınızı evinize kadar çıkarıyormuş. Hem acaba bu yelloz Allah bilir kendini nasıl pazarladı da dalyan gibi çocuğu kafesledi? Stiletto’lar indirimde, prada’nın yeni topuk tasarımlı segmenti showa girmiş.

Böyle pasta yapmayı acaba nereden öğrenen babanızın kemüğüne tükürsünler e mi! Her şeyi kapsayın. Kocaman olun. Goril olun siz en iyisi, goril olun goril. Goril iyidir.

Alnınız da kırışmış sizin bakıyorum? Hayır mı şer mi? Neleri düzeltiyorsunuz, nerelere kolunuzu uzatıyorsunuz. Bir tek siz olmadığınızı ne zaman fark edeceksiniz? Kaşlarınızın üzerindeki çizgilerden dikkat kesildiğiniz saniyelerinizi, burnunuzdan çıkıp alnınızı kesen o dik iki keskin çizgi ile üzüldüğünüz, çaresiz kaldığınız, kapıları bitirdiğiniz, deli danalar gibi koşuşturmaktan yorulduğunuz o en hakiki saniyelerinizi okuyorum. Halbuki o anlarda bana ne kadar da yaklaşmıştınız. Sırtınızdaki sizi size farkettirmeden sarmalayan bir el, ensenizdeki sükûnet veren bir ılıklık, kollarını çekiştirdiğiniz masum ve hiçbir şeyden habersiz bir hırka, gözlerinizden dökülen acı taneler vardı. Yalnız olmaktan şikayet ederek yalnız kalıyordunuz.

Ne ağlıyorum, ne acınıyorum, ne de sıkılıyorum. Derler ki, rengi ile en uyumsuz tada sahip alkol viski imiş. Ama tadı ile en uyumsuz hisleri yaşatan alkol de viski imiş. Bazı insanlar var, aynen viski gibi oluyor bu dünyada. Güzel tabiatlı, tatlı, şirin, kendi çizgisinde, sakin, sessiz bir insan. Aynen karamel kaplı fıçılarda damıtılan scoth gibi, parlak, içten bir renge sahipler. Onları yakından tanıyıp insani hallerine şahit olana kadar her şeyleri hoş gelir insana. Tanıdıktan, tattıktan sonra ise işin rengi değişir biraz. Bakarsın, acı, kekremsi, pislik bir insan imiş aslında o. Hepimiz bu noktada bırakırız böyle insanları incelemeyi. Ben bırakmadım böyle birini gözlemlemeyi. Kafasına ulaşana kadar ben de çok küfür ettim. Ettim ama tanıdıktan sonra üstün aklın, farklı bakışın, hakikati tek bakışta görmenin, insanoğlunu güdüleyen, hareket ettiren, durduran, sükûnete erdiren şeyleri bir bakışta anlayıvermenin ne anlama geldiğini o insanda gördüm. Olayın özünü kaçırmayan birisine denk geldim kısaca.

Kara kalem çalışmasına ne kadar bakarsan bak, gökkuşağı görmen zordur. Gerçek gökkuşağına bakmak ile kıyaslanabilir bir haz mıdır sizce sadece çizgiler ile çizgileri belirlenmiş, -ki bu çizgiler onun sınırını değil ancak bizim görüş sınırımızı ifade eder- derinliksiz, hissiz bir çalışmaya bakmak. -burada bir şey var ki, bu noktayı düşünen, muhasebe eden insanlar haricinde başka kişilerin umursaması, fark etmesi, ciddiye alması gerçekten zor. Şudur:- gökkuşağının resmini görüp bilmişlik yapan insanların hükmettiği düşünceler dünyasında, gerçekten gökkuşağını görenler pek fark edilmiyor. Üzerine birkaç çizgi ile gökkuşağı çizilmiş bir kağıdın ifadesini pazarlamak ne kadar kolay ise, gerçeğini görerek, yaşayarak insanlara fark edilmek de o kadar zor. Gerçeğe ulaşmış insanlar, cahil insanların haline bakıp gülmüyor, çünkü onlar mutlu, endişesiz, umarsız. Doğallık ile alakalı Freud’un sözlerini hatırlayın. En sert, en derin, en kompleks teoremlerin temeli görülen etmenler, genelde tamamen basit, öylesine, bilinçsiz ve reflektif olarak var olan şeylerdir.

(fark ettim ki soyut anlatımlar yapamıyorum, cümleler havada kalıyor, aklım ve dil kıvraklığım o kadarına yetişmiyor. Bundan dolayı misal üzerinden anlatmaya çalışacağım şimdi aklımda olan şeyi)

Hayatı bir yolculuk olarak düşünelim. Bilinçsiz ve doğal hareket eden, sürülere katılan, reflekslerine kendini terk eden insanlar, yani genel sorgulamayan kitle ise yolculuğu katar ile sürdürüyor olsun. Yolculuk onu nereye götürüyor, neden götürüyor, ne yapması lazım, bu konularda düşünmeyen insanlar, hayatlarının ve diğer her şeyin o kompartıman içinde var olduğunu düşünerek doğar, yaşar ve ölür.

Gökkuşağının resmini gören, her şeyin bilincine vardığını zanneden, kendini kitlelerden arındıran, sürünün dışına çıkan çok bilmişimiz ise trenden kendini atan insan oluyor. Tüm hayatın trenden ibaret olmadığını, gidilen yönün neresi olduğunu görüyor, gerçeği o sanıyor.

Asıl bahsettiğim, olmak istediğim insan ise aynı yolu, kendi kullandığı arabası ile geçen, menzilini, hızını, durması ve kalkması gerektiği yerleri kendi kendine belirleyen insan oluyor. Şimdi koyun sürüsü bir şekilde yoluna devam ediyor ve bir şeyler yaşıyor ama trenden atlamış olan arkadaş yol falan da alamıyor. Fakat asıl tehlikesi atlamak, ezilmek değil, atladığı yerden durup kalakalmak. Tehlike olan kısmı, nihai hedefe ulaştığını sanması. Bundan sonra önünde iki yol kalıyor. Ya bir araba bulup menzile ulmak, veya trene geri binmek. Bir kere dışarı çıkan insanın geri kabuğuna dönmesi ne demektir bilirsiniz.

Ben yıllarca o insanı aradım. Portakalı soyan, cevizin olmasını bekleyen, kuruduğu zaman dışını değil de içini yemeyi akıl eden, çaya ilk şekeri atan insanı, çaya şeker atmamayı akıl eden insanı, mısır’da piramitlerde bulunan 4000 yıllık insan kafatasındaki çivi izinin sahibi olan, ilk beyin ameliyatını mısır çölünün ortasında yapmaya kalkan insanı aradım. Derdim buydu, kim nerden nasıl aklıma getirdi bilmiyorum. Ama en azından ne istediğimi biliyorum. Seviyeyi önce yükseltip sonra metafor saçmalamalarına bağlayıp, oradan başka bir konuyu bu konuların tamamına alt başlık yapan, kısaca saçma sapan şeyler yapan bu kardeşinizi buraya kadar halen sabırla ve ısrarla okuyorsanız, iki rekat size içimi dökeyim lan. Samimiyetinize güvenmezsem sikersiniz beni zaten, biliyorum.

Hepiniz genç insanlarsınız. Yaş olarak demiyorum, umut olarak, hayaller olarak, beyninizin işleyiş yapısı olarak genç insanlarsınız. Ben yaşlandım, emeklilik için primi doldurup gün sayan emekli ruhlu amcalar gibiyim. Nasihat vermeye kalktığımı falan zannetmeyin, akıl da vermiyorum size, veya görmüş geçirmiş birisi olarak hotur patır da konuşmaya kalkışmıyorum burada. Ama işleyişi bir nebze olsa da gördüm şu hayatta. Para desen, gördüm. Rahatlık, gelecek, kariyer desen, onu da gördüm. Sevgi desen, hasret desen, özlem desen sana bugün 504. gününü idrak ettiğim ayrı “bırakılmışlığımdayım”. Sağlık sıhhat desen, anne baba huzuru, özlemi, kıymeti desen, arkadaş çevresi, ölümler, arkada bırakışlar desen… hepsinden birer kuple en acı, en tatlı, en kekremsi tiradı okurum sana.

Hayatta bazı gerçekler değişmiyor kardeşim.
Kendini layık gördüğün işi başkası alıyor, tutkunu olduğun arabaya hep başkaları biniyor, giymek istediğin modayı başkası belirliyor, söylemek istediğin sözü başkası söylüyor, hak ettiğin yollarda başkası yürüyor, ve belki de en çok koyanı, o sevdiğin kişi, senden başkasının ona sendeki aşkın çeyreğini bile veremeyeceğini ayak tırnağından dökülen saçına kadar hissettiğin kişi, o hayatı güzelleştiren, aktifleştiren, pasifleştiren, heyecan katan, fitil eden, ama yüzünüzü olmasa bile kalbinizi daima güldüren o kişi başkası ile evleniyor.

Hayatta bazı şeyler adresini bulmuyor kardeşim.
Yolda düşürülmüş halde gördüğün bir anahtar dikkatini çekiyor. Sahibinin ona ulaşması güzel bir şey olacak diyorsun. Belki kapıda kaldı, belki evine, dükkanına kaybettiği bu anahtar ile başkasının girip zarar verebileceğini düşünecek, endişe edecek deyip sahibini arıyorsun. Bulamıyorsun. Sonra mahallenin bakkalına veriyorsun o anahtarı, sonuçta o mahalleden birisi düşürdü bu anahtarı. O da göz önünde bir yere asıyor ki sahibi veya bilen birisi gördüğü zaman alsın. Günler geçiyor, sen kola alıyorsun, evdeki yumurta bitiyor yumurta alıyorsun, cips alıyorsun, 6 lı Beypazarı sade soda alıyorsun, sonra bunlar defalarca bitiyor ve yenilerini alıyorsun, otobüs kartını dolduruyorsun, sonra tekrar tekrar dolduruyorsun, o Beşiktaş simgeli anahtarlık orada aylarca duruyor.

Olması gerektiği yerden habersiz, bilmeden veya isterse bilerek olsun, kaybolmuş bazı şeyler oldukları yerde duruyor. Adreslerinden çok uzaklarda, yerlerine yeni ikameler getirilerek, gelmesinden umut kesilerek, belki yoklukları hiç fark edilmeden, belki de beklenmekten gözleri kör ederek, yürekleri köz ederek kalıyor olduğu yerde kayıplar.

Hayatta bazı şeylere çabuk alışılıyor kardeşim.
iyi olan, işimizi gören, konforumuzu sağlayan, artıran şeylere anında alışıveriyoruz. Alışmak unutmak, değer vermemekle aynı anlama geliyor kardeşim. Yeniye değer verirken, daimi olana ağzımızı şişirip “zurrrp pılalala” yapıyoruz. (elimizi baş parmağımız ile burnumuza koyup diğer parmakları açarak – bu hareketi bilmeyene anlatmak biraz zor evet, şimdi farkettim.) geçici olanların gündemi oluşturduğu hayatımızda temel şeyler hiç gereken yere gelemiyor. Ve belki de bu tabiatın bir gerçeği olsa gerek, önemsenmeyen insan profilleri aslında daha değerli yerleri dolduruyor kaderimizde. Yük olduğumuz, ezdiğimiz, umursamadan ve yüzüne dahi bakmadan sırtına basıp yukarıda kaldığımız insanlar kendilerinin umursanmamasını, görülmemesini, ezilmesini doğal karşılıyor. Annemiz, babamız, her tribimizi çeken sevdiğimiz, bizi kaybetmek yerine kazanıp eğiten hocamız, düşersin belki diye yardım etmek için tetikte bekleyen görünmez dostlarımız, “sikerler ulan senin nazını da tribini de” demiyorlar. Bir gün öylece çekip gittikleri zaman nereyi doldurdukları anlaşılıyor. Varlıklarına umursamaz tavrın havası ile alıştığımız insanların, zamanların ve imkanların gölgelerini kovalıyoruz.

Hayatta bazı şeyler bizi değiştiriyor kardeşim.
Değişim herkeste farklı vücut buluyor ama. Seni iyimser bir insan yaparken, babamı katı disiplinli, annemi fedakar, abimi inatçı, beni ise ölmekten başka gayesi olmayan bir yürüyene çeviriyor. Kimi çirkinleşiyor, kimi güzelleşiyor. Kimi ağırlaşıyor, kimi rüzgarda savrulan bir kuru gazel kadar içi boş bir hale geliyor. 70 yaşında bir insana bakarak görebilirsiniz dediğim şeyleri. Neye dönüşeceğimizi gerçekten bilmiyor, dikkat etsek bile fark edemiyoruz. Karşısında duran 70 yılın sonucunu beğenen birilerimiz var ise buyursun onu dinleyelim. Hayat gailesini çok zor sınavlarla savuşturmuş babamıza, çalıştığı dalda aşmış delmiş hırpalamış, var etmiş yok etmiş bir profesöre, yıllık izne gelmiş Almancı bir akrabamızın o “alamancı veledine” baktığımız zaman içimizde beliren o nedenini bilmediğimiz hoşnutsuzluk, o sebepsiz beğenmezlik, şu anda ve dönüşeceğimiz gelecekte bizleri bekliyor.

Ve ünlü düşünür “joker”in de buyurduğu gibi: insanı öldürmeyen şeyler, güçlendirmiyor, tuhaflaştırıyor. Tuhaflaşıyoruz, ve tuhaf bir şekilde sadece kendi tuhaflıklarımızı beğeniyoruz.   

Beni merak etmeyin, neye dönüştüğüm belli: 240 km hızla giden bir arabada atacağım sekizinci taklaya, tekinsiz bir sokak karanlığında karın boşluğuma, karaciğerime, inşallah iyisinden ve derininden bi tane de kalbime yiyeceğim bıçağa, kalabalıklar içinde patlayacak bir bombaya, askere gidince basarak paramparça olacağım mayına kadar kendime tatil verdim. O güne kadar o sokak senin, bu cadde de senin, o disko senin, bu türkü bar da senin… yavşaksınız olm, her yeri parsellemişsiniz.

Her yerde siz varsınız. Buzlu viski ile birlikte ufak bir kase dolusu bitter çikolatayı yavaş yavaş, sigaramın kendi kendine çıkan dumanının güzelliğini dağıtmadan, sakin sessiz, ağrısız bir kafa ile tüketirken, alışılmış hareketlerle shot bardaklarını tezgahın üzerine dizip bir hamlede 8 bardağı aynı seviyede dolduran barmene kaş ve gözlerimin basit hareketleriyle “helaal, eşşeğin amına keban barajını kaçırdın” efekti verebileceğim bar taburesinin bulunduğu o loş ışıklı, eminem in klip çektiği o boş bar nerde lan? Her tarafta sizler varsınız. Eminem de yok, megan fox da... Evimde kös kös oturuyorum. Gorilsiniz bi kere taam mıaa

Selametle. 

Eğlenceniz daim,
Sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

/21100

seriatin kestigi parmak

Soğuk bir kış günü doğmuşum. Abim o zamanlar sargılar içinde yatıyor halde imiş. Üzerine kaynar haldeki Çaydanlık devrilmiş, vücudu yanıklar içinde imiş. Ben müjde olmuşum ona. Abim benim doğduğu gün ayıkmış, bilinci yerine gelmiş. Abimin sevinci olmuşum.

Annem o zamanlar hasta imiş. Zayıf, çelimsiz ve renksiz bir yüze sahip gelin yaftası ile kaynanasından çok zulüm görmüş. Ancak benden sonra annem kilo almaya başlamış, sağlığı yerine gelmiş, evde annem artık rahata ermiş. Benimle başlayan süreç, bir kaç ay içinde annemin yüzünü güldürmüş, onun da sevinci olmuşum.

Babam işsiz bir halde iken annem ile evlenmiş. Abim doğduğu zamanlarda babam kızılay da "istanbul ciğercisi" adlı bir restoranda garson olarak çalışıyormuş. Ben doğduktan 55 gün sonra Yargıtay da işe başlamış. Onun da sevindiği günlerin çocuğu olmuşum.

ismimi babam koymuş. Ali demiş kulağıma, Hazreti ali gibi yiğit olsun, mert olsun, Sadık olsun diye. Hem akıllı, hem de güçlü bir çocuk olayım istemiş. Yıllar yıllar önce karlı bir akşamüstü, kestane kokan, demli çay, közlenmiş patates, taze ekmek kokan bir kış akşamında, Hicri olarak peygamberimiz ile ayni günde doğmuşum. Küçükken birilerine sevinç olmuşum hep. Ama bunların hepsi orada kalmış. Kalması gerekmiş.

Büyüdükçe her üzüntünün altından ben çıkmışım. 6 yaşımda ASO kan romatizması sebebiyle havale geçirmişim, 2 gün Dışkapı ssk da sıra bekledikten sonra ölmemem için komaya sokmuşlar. Babam işine günlerce gidememiş. Annem abimlerle, yeni doğmuş kız kardeşim ile ilgilenememiş. O günlerde ızdırabın adı ali olmuş.

Sonrasında kardeşim ile oynarken kolunu çıkarmışım, kolundaki henüz gelişmemiş kıkırdak dokusu deforme olmuş, ikide bir çıkmaya başlamış. Kız kardeşim çocukluğunun 12 yaşında kadar olan kısmını kolunun teki vücuduna bandajlı olarak geçirmiş. Benim yüzümden.

6 yaşında iken adı Hüsamettin olan bir arkadaşım vardı. Benden 1 yaş küçük olan hüsam ile, "yoldan geçen arabaları sahiplenmece" oynardık. Bir gün babası ile yürürken "bu araba benimm" diyerek bir arabanın önüne atlamış, bacakları kırılmış, aylarca sakat kalmış. Benim yüzümden.

10 yaşında iken mum ile oynarken, içinde annemin uyuduğu kendi evimizi yakmış, sonra korkudan kaçıp gitmiştim. 17 yaşında iken kuzenim ile çubuk ovasını tümüyle, buğday arpa tarlaları, vişne bahçesi ve bir adet bahçe evi ile birlikte ateşe vermiştim. Ergenlik dönemimde defalarca yurttan, okuldan atıldım, annem babam en çok sevdikleri çocuklarını defalarca yurda, okula tekrardan kaydettirdiler. Ömrümde bir kere hukuk fakültesi, iki kere polislik mülakat ve yazılı sınavı kazandım, gitmedim. Anne babama göre hayatın halen süren çilesi benim. Abim ve kız kardeşim evlendiler. Birer çocukları var. Ben amca ve dayı oldum diye sevinirken annem ve babam mide ve gırtlak kanserleri ile birlikte bir de Ali'nin düğününü, geleceğini düşünüyorlar.

Ali nin sevdiği kıza taktığı kafasını, yaver gitmeyen şansını, bir türlü tutunamadığı mesleğini, savurduğu parasını, çorap giymeyen ayağını, ara sıra kılmadığı namazlarını, dalgın dikkatsiz ve pervasız hallerini düşünüp, ve dua dua kahrolan bir anne baba meydana getirdim ben.

Küçükken ışıl ışıl umut ile bana bakan gözleri birer birer soldurdum, birer birer hepsine "zeki, akıllı, güzel ahlaklı, düşünceli, gelecek vadeden" birisi olmadığımı ispat ettim. Kötü biriyim lan ben. Kardeş payında murat cemcir, Ezel de tefo, house md de ölen hastayım. Her yerde, her zaman umutsuzluğun, ters giden, yarım kalan işlerin adresiyim ben.

Keşke doğmasaydım, keşke kimsenin eziyeti, imtihanı, sırtını dönüp giden dostu, terketmek zorunda kaldığı sevgilisi, uzaktan tanıdığı patavatsızı, arkadaşının arkadaşı, sözlükten okuduğu bir yazarı olmasaydım.

Ya iyi biri olsaydım, ya da hiç olmayıverseydim. Ne olurdu lan sanki ben de eksik oluverseydim.

22 Kasım editi: geçtiğine göre artık söyleyeyim, bu entry yi doğum günüm için girmiştim. Bu yıl geçti ama bi dahaki yıl 20 Kasım ı unutursanız, siyah dizayn iç saha karakartal formamı göndermezseniz rüyanızda gay olun, eşşeklere sürttürün, atlara kerkinin, hindi sikin, istakoz yeyin, uyanınca eliniz götünüze kaçsın acaba gerçek miydi lan diye.

seriatin kestigi parmak

*ehliyetimi kaybettim. halihazırda eskişehir de 2 aydır ehliyetsiz araç kullanıyorum. ehliyetim kayıp. yeniden çıkarmak için ankara ya gitmem lazım. üşeniyorum valla gidip almak için vesikalıktır sıradır beklemeye.

*kimliğimi de kaybettim. 1.5 aydır da kimliksiz geziyorum. bi sıkıntı olur diye pasaport ile dolaşıyorum. şu vatandaşlık kartı mıdır nedir onu bekliyorum. yenilemeye şimdilik üşeniyorum.

*benzin ışığı yandıktan sonra inadına 40 km yol yapıyorum. bi gün yarı yolda kalacam o olacak.

*annesizlikten nefret ediyorum.

*elbise meselesinden komple nefret ediyorum. üzerimdekiler eskiyene kadar alışveriş yapmıyorum. elbise alacağım zaman 10 15 tane birden alıyorum ki bi daha zahmet edip mabadımı o sikimsonik avmlere getirmeyeyim.

elbise meselesine çamaşır yıkamak da dahil. tüm elbiselerim bitene kadar çamaşır yıkamıyorum. yıkayınca makinadan çıkarıp kurutmaya üşeniyorum. kuruyunca ütülemeye üşeniyorum.

*geceleri uyumaktan, gündüzleri insanlarla konuşmak zorunda kalmaktan, sıcaktan, aşırı soğuktan, düzensizlikten, bozuk olan odamı düzeltmekten, telefonun şarjının bitmesinden, youtube un repeat özelliğinin olmamasından ve arka planda çalma özelliğinin olmamasından, ağlayan çocuk sesinden, yorgun hissetmekten, başımın ağrımasından, annemin hasta olmasından, birilerini bişeylere ikna etmekten ölümüne nefret ediyorum.

*sevmediğim bir şarkının sözlerini anında istem dışı olarak ezberliyorum. bi de üstüne dilime dolanıyor, kendimi o şarkıyı mırıldanırken buluyorum.

*siyasetten, tarih bilmeden siyaset konuşanlardan, ayrılıkçı pkkcılardan, ingilizlerden, fransızlardan ve uzun yolda uzunları yakıp karşıdan gelenin gözünü siken şoförlerden de nefret ediyorum.

*uzaktan çektiğim şutun direğe çarpıp gol olmasına, lambalara yaklaşırken ışığın yeşile dönmesine, rastgele açtığım radyonun sevdiğim parçayı çalıyor olmasına, keylor navas ın uçuşlarına, iniestanın çalımlarına, ramiz dayının gençlik flashbacklerine, üşümüş olarak çıktığım maçın akabinde sıcak duş almaya, kilo almayan vücuduma, kedilere, orhan pamuk a, demli çay içmeye, altından geçince yanan sensörlü sokak lambalarına, gece yarısı havlayan köpeklerin birden susmasına, 2 3 gün ara verip sigara içince başımın hafiften dönmesine ve tabi ki eskimiş unutulmuş mükemmel şarkıları keşfetmeye bayılıyorum.

*hiç bir kıza yan gözle bakmayan halimi seviyorum.

*genelde kurduğum alarmlardan önce yapacağım şeyi hatırlıyorum.
uyanmak için alarm kurduğum zaman uyumakta zorlanıyorum.

*müzik çaları 15 dakika sonra kapanacak şekilde ayarlayıp shuffle ı açıyor ve hangi parçanın neresinde kapanacağını tahmin etmeye çalışıyorum.

son olarak:
ehliyetimi ve nüfus cüzdanımı kaybettim, hükümsüzdür.

uzaylı olmak

Uzaylı olmak istiyorum lan şu anda.

Odunpazarı Belediyesi beni araştırma yapmam için uzaya yollasın, belediyenin Renault manager larından birini versinler altıma, gideyim başka bi gezegene.

Oradaki kavimlere Merhaba uzaylı ben dostum diyeyim, kafalarını gözlerini inceleyeyim, hakkımda filim falan çeksin o gezegen. En seksi, en adonisli aktörleri bana karşı kahramanca savaşıp beni yensin falan. Sonra ne bileyim dövüş esnasında kolumdan Casio saatimi düşüreyim, bi bok sanıp yüzyıllarca saklasınlar onu.

Veya pk falan olayım. indiğiM yere adamlığı öğreteyim, uzaylı dili öğretecem diye çaktırmadan bütün küfürleri öğreteyim ki benden sonra gelen dünyalılar konuşmaya çalışınca ağız dolusu küfür yeyip yarak gibi kalsın afedersiniz.

bana imkan vermiyorsunuz abicim. Yaparım bunları. inan olsun yaparım. Benim dayımın çocukları mermiye kafa atıyo kafaa.

güven telkin eden bir görünüme sahip olmak

Nedir bu "güven telkin eden görünüm verme" olayı?

Kendimden örnek vererek başlayayım,

Sokakta birisine yol soracak olsanız o kişi benim, direk gelirsin yanıma bişey soracağını belli ederek, bazı el kol hareketleriyle bir sokağı, bir sapağı, Faruk eczanesini, veya devlet hastanesini sorarsın. Biliyorsam senin anlayacağın dilden anlatırım. Senin anladığın dil "sağdaki yoldan aşşaa sallan, ikinci köşede görecen 222 yi" de olabilir, "burdan aşağı doğru 150 metre gidin, ikinci köşeyi geçince sağınızda kalacak, kıps" da olabilir. Hepsine varım. Hiç olmadı "esnafa sor abi sen, ben seni yanlış yollamayım" der, yardımcı olmaya çalışırım. O kadar güven veriyorum ki, sadece yayalarla başladığım yol tarifi kariyerime son zamanlarda binek araç, kamyon, nakliyat şirketi, kurye aracı gibi mekaniklerle seyahat edenlere hizmet ederek devam ediyorum.

Yol tarifinden başka ihtiyaçlarınızda da ben buradayım. Misal otogarda çantanızı, bavulunuzu emanet edeceğiniz bir yüz mü arıyorsunuz, hemen oradayım. Daha biraz önce ablanın birisi gelip "siz burada mısınız?" Diye sordu. Dondum kaldım amk. ilk defa böyle bi soruyla karşılaştım ve ayak üstü mala bağladım tabi. Hanım kızımız meğer bir müddet daha burada olacaksam çantasını emanet edecekmiş. Ben de bi an ontolojik bir çatışma teoremi tartışacağım diye sevinmiştim. Yalan oldu. (Ama kız güzeldi allah var, sırf güzelliği hatrına şehirler arası biletimi yakıp çanta bekleyebilirdim. Eskişehir mi? Kim siker Eskişehir i bu saatte. Gideruk bi ara.) .

Sokakta yürürken, metro durağında sallanırken, bakkala girdiğimde falan ufak çocuklarını gördüğüm ablalar, çocuklarını sevmeme izin verirler. Minnak sıpalara envai çeşit maymunluklar şebeklikler yaparken göz ucuyla dahi kontrol etmezler beni.

Kedi köpek sahibi vatandaşlar da aynı şekilde. Medyun bana cemiyeti, Medyun bana Ferdi, Medyun bana tüm beşeriyet, ya Rab! Beni kıyamette hurilerle haşret!.. yok la dur yanlış oldu.

Bu güven dolu yüz ifadesi, insanın bir anda elde edebileceği bir şey değil. Bir ömür Çabalamalı, bu yolculuğu esnasında kendini tanımalı, geliştirmeli, kendinle yüzleşmelisin. Yolculuğun takdir edilmiş bir miktarını aştıktan sonra artık sen, kendi içinde Yaşanmışlıkları olan, değişmiş ve yeni bir sayfa açmış benliğin ile tanışacaksın.

Artık taksiye binince bağzı ala gavatlar gibi arka koltuğa kurulmayacak, ön koltukta şoförün memleketi, polislerin çirkeflikleri, tuttuğu takım gibi önemli meseleleri mütalaa edeceksin, hotturu zattırı bir taksici bile sana kendini açacak, dost hayatı yaşadığı pavyon yosmalarından, hayatın boş olduğundan, bir an evvel oğlunu evermesi gerektiğinden, ama seni gözünün tuttuğundan bahsedecek, arabada sigara içmene izin verecek, inerken küsüratına kadar para üstünü sana teslim edecek. Öyle bir insan olacaksın.

Her girdiğin mahallede sanki sen o mahallede büyümüş çocuklardan biriymişsin gibi muamele göreceksin. Her yere ait olabilecek bir yüzün, kimseyi işkillendirmeyecek bir yürüyüşün, genel memnuniyetlere uygun bir giyim tarzın olacak.

Otobüste herkes öne uzatman için sana para verecek, akbili, Ankara kartı, eskartı olmayan insanlar senden kendi yerlerine kart kullanmanı rica edecek.

Araba sürerken bile yoldan karşıya geçenler senin arabanı görünce cesaret alıp arabanın önünden karşıya geçecek. 250 metre mesafeli şifresiz wifi access point gibi her yere zebil zebil güven selleri ilka edeceksin. Keriz gibi mi görünüyorum lan yoksa diye aklına gelen vesveselere inat, alnın açık, başın dik, gözün pek ilerleyeceksin.

Velhasıl, dünya çok boktan. Geçen yine bizim yosmayla takılıyorum, taakk, karı aradı... nefes nefeseyim ama lafı bi çevirmişim yeğenim görmen lazım. Ama seni gözüm tuttu. Temiz çocuksun. Al buyur bu da 12 lira 75 kuruş para üstün...

/Seriatin kestigi parmak/

annelerin çocuklarını yetiştirme tarzları

Kadınına göre değişiyor bu lan. Mesela annem köyde büyümüş, sonradan şehre yerleşmiş birisi olarak ataerkil bir hayat görüşünü benimsemiş. Bizi de iki erkek evladı olarak “herif” gibi yetiştirmek istedi hep. Babam onun aradığı adam değil bence. Daha değişik, daha deli birini arıyor oğullarında. Abim evlendi kurtuldu. Kız kardeşime sarmaya başladı annem, ben aklına gelmiyordum o zamanlar. Ama o da evlenince son kale de düştü ve bana kafayı taktı annem. Sakın annemi sevmediğimi sanmayın ha. Sonuna kadar seviyorum.

Annemi bazen gerçekten tanıyamıyorum. O kadar iyi bir insan oluyor, o kadar nazik davranıyor ki bana, aklımı zelzeliyor, örseliyor, incitiyor, sert bir dille kınıyor, kimse türkiyenin sabrını test etmeye kalkışmasınlıyor adeta. Annem bana iyi davranınca korkuyorum lan. “kesin kanser oldu, 3 gün ömrü kaldı, ondan patates kızarttı bana bu kadın” diyorum içten içe. Ya da biraz daha normal düşünebildiğim günlerde, abimin veya kız kardeşimin annemi sinir ettiğini anlıyorum. Yoksa bu kadın bana iyi davranmaz arkadaş. 25 yıllık tecrübem var lan bu konuda. 25 yıl asker olsan kurmay albay olursun, 7000 den aşağı maaşın olmaz, 7000 kişiye de racon kesersin düz hesap. Ama ben anamın 25 yıllık askeriyim, hatta askeri ne kelime, emir eri, postası, yaveriyim adeta. Ama zerre kıymetim yok lan. Ben bunu kanıksadım artık. Tersi olunca korkuyorum.

Annemi ontolojik olarak incelersek azizim, köyde yetişmiş dedim ya, bunu iyi bi maksatla demedim. Aşağılarken falan yakası bağrı açılmadık garip deyimler, hakaretler, cinaslar kullanıyor, anlamıyorum, daha kötü aşağılanıyorum. Hani tepkimeli füze başlıkları var ya, önce patlama etkisi ortaya çıkıyor, sonra biyolojik kimyasal etkisini içeren ikinci bi patlama oluyor. Aynen öyle. Hem küfür yiyorum, hem de cahil durumuna düşüyorum lan. Başka dilde hakaret etse de anlamasam bu kadar koymaz. Kadın anadilde küfür ediyor, anlaşılmaz hakaretlerle tepkimeli olarak beynimi gondikliyor. Mesela “daşşak eriği gibi yayılmışsın” diyor. iltifat etmediği kesin, daşşaktan anladığımı sanmayın bunu, annemi tanıyorum, ordan şeydiyorum yani… de hakaretin ne yönden yapıldığını anlamıyorum, o koyuyor adama. Yine mesela “bayrımın at kafası” diyor. At kafası ne demek, bayrımın ne demek soramıyorum da.

Başka bir ontolojik özellik olarak annemde çene kası yok. Yani var ama ağzını kapalı tutmaya yaramıyor. Ulan hepiniz “komşu bebesini örnek göstererek kendi çocuğunu aşağılayan anne” den şikayetçisiniz. Ben ise sizlere gıpta ile bakıyorum. Annem burda bir vites ileri atıyor. Mesela hani herkesin annesi kendi oğlunu gizlide kuytuda azarlar, misafirlikte falan kimse bakmazken gözlerini belertir, “eve gidince tahtana zıçıjam olm senin” bakışları ile insanı terbiye eder, millete bişey belli etmez ya, Benim annem tam tersi...

Ermeniler gibi lan aynı. Evde ikimiz kaldığımız zaman çok iyiyiz. Azar yok, kötüleme yok, tırnak çekme, elektrik verme, kulağa şiş sokma, gözlere eriyik kurşun dökme falan yok. Her şey sakin ve sessiz. “mızraklı ilmihali” veya “davudi menkıbeleri” kitaplarından dini hikayeler okuyup ağlıyor falan, içli içli burun çekerek dua falan ediyor, arada bir en beklenmedik anda "estaffrrsss...." diyerek sonunu bilinmezlik hırkası ile bezediği tesbihatlar falan çekiyor. çayımı demliyor, telefonla, bilgisayarla çok vakit geçirdiğime bişey demiyor, namaz niyaz vakti geldiği zaman “oğlum namaza gidecek misin?” diye kibarca soruyor. Şimdi sizin aklınıza “gidecek misin” kısmı takıldı demi, bir anne oğluna öyle mi der lan dediniz. Benim aklımı başımdan alan yer ise “oğlum” kısmı oluyor. Oğlum lafını duymaya alışamadım ben.

Vakta ki eve bi misafir gelmeye görsün. Mevzu direk benim. Köşede düzensiz bi halde bi eşyam mı kalmış mesela, misafir onu hiç görmüyor bile belki, ama annem onu misafirin gözüne sokuyor.

“bu enik adam olmaz, eğlli kere dedim düzenli oğl, tertipli oğl…heğç.. babasına hiç çekmemiş. Bi garip bizim bebe. Ütü ütüler, çamaşır makinası çalıştırır. Karı gibi büyütmüşler yurtta bunu…”

Ulan arkadaş konu nerelerden sekti de ne ara oraya geldi be. Binada sokakta falan annemle muhabbeti olan kadınların yüzüne bakamıyorum lan. Kız-oğlan kız var bakışlarının arkasında. Bıyık altından gülüyor kadınlar. Kendi bıyıklarına utanmadan bana gülüyorlar. Makas alacaklar diye falan korkuyorum nan. Bebişim der gibi bakıyor binadaki erkekler ayol.

Annemi seviyorum. Devamlı hizmet etmek istiyorum ama işte kadın kendine yanaştırmıyor ki arkadaş. Bi gün elimde koca bi pastayla gelesim oluyor eve, sonra kadın ondan memnun olmayacak biliyorum, “vitaminsiz şeylere niye para harcıyon sen?” yapacak, biliyorum. Çünkü kadın halen kıtlıkta kaldık sanıyor. Ben de napıyım sekiz paket sigara alıyorum aynı paraya. Ehehe.

En ifrit olduğum yer de uyandırırken… her zaman bi kavganın ortasına uyanıyorum hissi veriyor. Patolojik yaralar açıyor lan kimyamda. Gece sözlükte takıldığım zamanlarda mesela sabah namazına kaldırmaya geldi ya, ben uyanığım o an, sanki 15 dakikadır uyanmam için yalvarıyormuş da artık çileden çıkmış gibi giriyor odaya:

“illet ettin beni illet… namaz yok niyaz yok. Allahım beni de senle sınıyo demek ki. Okusun adam olsun diye medreselere gönderdik, namazı aptesi de bıraktı zındık… emme bi daha seni namaza kaldıran gavur boku hapazlasın… yan cehendemlerde”

Annecik burayı sana yazıyorum:
-Sana asla hatam kusurum kabahatim olmaz. Kırıcı olmam. Öf demem, sesimi yükseltmem, gıkımı çıkarmadan dinlerim her türlü lafını. Ama nolur sen de bana biraz acı be ya. Küçükken sana çok çektirmiş olabilirim, hatta tamam tüm mahalleye çok çektirmiş olabilirim. Ama artık ben koca adam oldum ya. 25 yaşına geldim, herifçioğlu oldum, karizma edindim, yakışıklı(tipime zıçtımın), zeki, çevik ve aylaklı birisiyim ben.

Yapma bana bunu, yapma. Zaten rejim yapıyom diye beni kekliyon ama gizli gizli gözleme gömdüğünü de tespit ettim. Dolaptaki gözlemeleri sayan piskopat bi çocuk oldum çıktım senin yüzünden. Bundan sonra senin gözlemeler ayrı benimkiler ayrı olsun. Yeme benimkileri. Yeme ya. Arkadaşları uç istemesin diye 0.6 uçlu kalem kullanan cimri ilkokul veletleri gibi, sen yiyeme diye gidip dondurma aldıracan illa bana. şaka kız şaka. Ye ama fazla kilo alma. Sonra hastaneye yine ben götürüyom başıma iş alıyom. Bi de oraya gidince, “seni de işinden goyduk görün mü hay uşak” diye ajitasyon yapıyon ama içten içe seviniyon. Yemezler.

Tüm pisicopat annelere selametle. Güdümlü anne terliği mi o elindeki? Ben en iyisi gachayı... flack...

"Bayrımın at kafası assasinated. Target neutralized. Mission completed."

Oldies.

seriatin kestigi parmak

hayat akışında yavaş yavaş bir şekilde olgunlaşıyoruz değil mi hepimiz. ufaktan ufaktan bilinç kazanıyor, hayata karşı belli başlı reflekslerimizi hazırlıyor, ve bunları tabiat ediniyoruz. "teheey kaçın kurasıyız olum biz" oluyoruz parça parça. masumiyetimizden uzaklaşıyoruz. yalanlarla dolu bir dünyayı kabulleniyor, ve buna karşı önlemler alıyoruz. kendimiz gibi insanların hilelerine karşı tetikte duruyor, yine kendimiz gibi etten kemikten vücut bulmuş insanlara hileler, tuzaklar kuruyoruz. kendimiz gibi birinden eziyet çekiyor, yine kendimiz gibi birilerinin yoluna taş koyuyoruz. sorunlarımızı bizler var ediyoruz. bir sınava girildiği zaman en iyi olan kazanıyor, ve ondan düşük seviyede olanları gerisinde bırakarak kendi arzusuna, veya kendi arzusuna en yakın seçeneğe kavuşuyor. Çizgimizi doğru çiziyoruz kendimizce. Ve kendimiz de dahil olmak üzere herkese yalanlar söylüyoruz. Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz…

*****
Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz… bir çocuk parkta çalışan işçinin yanına yaklaşıyor ve, "amca bu kaydırakları niye söküyorsunuz?" diye soruyor. işçi amcası ona: "yapacaz yapacaz… burayı da altınpark gibi yapacaz güzel kızım" diyor. Kız çocuğu sevinerek arkadaşlarının yanına gidiyor ve onlara aynı şeyi söylüyor. Hep birlikte sevinmeye devam ediyorlar. biraz sonra kızın annesi parkın kenarından geçiyor, aynı kız annesine bağırıyor: "annee buraya altınpark tan yapacaklarmış, işçi amca öğyle dedii" diye. anne anlıyor yalanı, işçi de söylediği yalanın farkında. Kadın ile işçi arasında gizli bir anlaşma yok. yalancılar kendi gibileri tanıyor hemen. sadece çocuk farkında değil olayın farkettik mi? Anne de aynı yalanı sürdürüveriyor hiç sektirmeden…

birileri de bizlere yalan söylüyor belki. biz farkında olmuyoruz, kendi sorduğumuz sorunun cevabını almanın kıvancı içerisinde hayatımızı güzel güzel yaşıyoruz. birilerine yalan söylüyoruz, onların hayatını da "güzelleştiriyoruz" kendimizce. Zerre zerre koparak, dağılarak, bir daha asla yerine konmamacasına içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile.

*****
içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile... bir kadın parkta kediler köpekler kuşlar böcekler arılar sıcakta -yazık- yanmasınlar içsinler diye bir kaba su koyuyor. "iyi" kalpli çünkü. hayvancağızları düşünüyor. "iyi" bir şey yapıyor. hepimiz takdir ediyoruz. toplumdaki genel "iyilik" kavramına uyuyor çünkü bu yaptığı. demiştim değil mi "iyi" bir şey yaptığını. demişimdir kesin…

ertesi günlerden birinde o kadın o kaba suyu koymayı unutuyor, veya başka bir işi çıkıyor, aksatıyor yani o suyu. parkta devamlı oynayan, ve o kabın o kadın tarafından doldurulduğunu gören bir kız çocuğu var. kadın doldururken sormuş zamanında: "teyze niye oraya su koyuyorsun? o suyu güneş alıyormuş. abim öyle dedi. güneşe mi su veriyorsun? Ehehehe…" cevabı basit ve yeterli olmuş kadının: "çünkü bu bir iyilik". evet iyilik.

Ama burada azıcık durun ve kırmızı topa bir bant daha yaptıralım: kadının o kaba su koymadığını gören kız çocuğu eve koşup bir şişe suyla o kabı dolduruyor. önceki soru cevap hadisesini duyan ben, çocuğu yanıma çağırıyorum. "neden su koydun oraya?"...

+"çünkü oraya su koymak iyi bir şey."

tecrübe edilmiş, ölçülüp biçilip hesaplanmış bir iyilik değil onun yaptığı. "pür iyilik". tanımsız iyilik. bunu görünce farkediyoruz ki yetişkin bir birey olarak bizler, ben, sen, o kadın, ne kadar oraya su koyarsa koysun, ne kadar hayvancağızı düşünürse düşünsün, tanımlanmış iyilik kavramının dışına çıkamıyor aslında. karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz...

*****
karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz... birimizin oğlu, bayramda kendisine harçlık veren dayısına teşekkür etmeyi unutuyor. önce "öp bakayım dayının elini, şimdi de teşekkür et çabuk!" diyerek çocuğumuzu utandırıyor, sonra da "öğrenecek yavaş yavaş dayısı" diyerek kendimiz utanıyoruz.
bakkala git de 2 ekmek al gel bize dediğimiz çocuk bize "yok ya ben oyun oynuyom şimdi, başka zaman alırım" dediği zaman, "üstüne de kendine bi limonata al" diyerek o çocuğun dünyasının ilk lidyalısı oluyoruz. bir şeyler vermeden bir şey alabilmeyi, bir şeyler almadan da bir şeyler verebilmeyi unutturuyoruz ilk iş olarak çocuklarımıza. çocuklarımızı büyütüyoruz. kendimiz de büyüyoruz git gide aslında...

*****
kendimiz de büyüyoruz git gide aslında... her şeyin aslına ermeye başlıyoruz, anlamaya başlıyoruz, çözümlüyoruz duyduklarımızı, gördüklerimizi. ortak kanaatlere yaklaşıyoruz git gide. ilk başlarda önemsenmeyen fikirlerimiz, zamanla önemsenmeye başlıyor, memnun oluyoruz. çünkü genel yargılara uygun hale geliyoruz. Tasdiklendikçe sayısı artıyor "topluma malolmuş" düşüncelerimizin. Toplumun tornası her zaman işliyor gizliden gizliye.

kendimizi ispat ettiğimizi sandığımız her an, aslında insanların bakış açılarında güzel olan, beğenilen, takdir gören hareketlerimize olumlu ketler vuruyoruz. sınırların dışına çıkanlarımız da oluyor tabi, hiç olmuyor değil. onlar da var aramızda. onlar da "toplumun takdir gösterdiği şeylerin" dışına çıkıyor aslında sadece. yani hazır bir tanımın dışına çıkıp başka bir tanımın içine girerek "aykırı" oluyor aykırılarımız. her aykırıyı da beğenmiyoruz bu arada. aykırı olmanın da sınırları çizilmiş. anlamadığımız bir muhalefet istemiyoruz. üstesinden gelebileceğimiz muhalefetlere kapımız açık sadece... sadece cevabını verebileceğimiz soruların sorulmasını istiyoruz. sadece çözümü elimizde olan sorunlarımızı kabulleniyoruz. diğerlerine itirazımız var.

üç beş çocuk binanın önünde "yakan top" oynuyor. topu atan kişi sayısı 2, toptan kaçan sayısı 3-4. atılan topu tutmaya çalışıyor ortadakilerden birisi. "can" kazanacak. ama topu atan çocuk yere değdirdiğini söylüyor ortadakinin. o sırada "can" almaya çalışan çocuğun babası çıkıyor evden, elinde bir leğen "pide-lahmacun içi" ile birlikte, "urfalı hacı kadir lokantası"na gidip pide yaptıracak haftasonu gelen misafirleri için. kız babasına bağırıyor: "baba bunlar benim hakkımı yiyolaar". babası hem küm bişeyler diyerekten geçiyor yanlarından. babasına şikayetlenen çocuk da unutuyor şikayetini, baba da unutuyor hiç takmadığı çocuğunun sesini. büyükler küçüklerin dünyasına dahil olmuyor, küçükler büyüklerinden sadece kendi hayallerine yardım etmelerini istiyor.

kirleniyoruz yavaş yavaş. ve biz bunu ne umursuyor, ne de farkediyoruz. belki bir yazı okurken, belki bir şiir dizesinde, belki haberlerde göçük altında kalan yüzlerce işçiyi izlerken iyi insan oluyoruz. saniyeler sürüyor iyi olmamız. Ve yine saniyeler sürüyor bundan sıyrılmamız. ben bu yazıyı yazarken iyi olmak istiyorum, öyle iyi bir insan olarak kalmak istiyorum. Ancak yazı bitince "xxxxx kişisinden aldığım mesaj" ı düşünmeye başlıyorum. sonra da kaybolup gidiyor içimizdeki çocuk. ara ara, dalga dalga yaşıyoruz insanlığımızı. Dalgalar geldikçe ıslanıyor insanlık sahilimiz. Denizin seviyesini yükseltmek için bir yerlerimizdeki buzulların erimesi gerekiyor, biz ise buzlardan gayet memnunuz.

bünyelerimizi iyilikle değil, hayatta kalma, ayakta kalma içgüdüsü ile yoğuruyoruz. en baba yaşayanımız 80 yıl yaşıyor şu dünyada. 10 unu hiç bir şey bilmeden, 30 unu bişeylerin peşinde koşarak, 20 sini de bişeylerin peşinde koşarken düşürdüklerimizi toplayarak geçiriyoruz. ama biz yine de kazık çakıyoruz dünyaya. buralardan hiç gitmeyecekmiş gibi bertaraf ediyoruz engellerimizi, omuzlara basarak yükseliyor, manzaranın keyfini çıkarmayı dahi aklımıza getirmeden sadece tırmanıyoruz. bazılarımız aşağıdan bile bir manzara izlerken, biz sadece sırtımızda ter, kalbimiz pır pır, yükseliyoruz. kimimiz istanbul da Ümraniye’yi beğenmeyip istinye’yi istiyor, kimimiz ise mardin-eskişehir’de mezopotamya’nın başlangıcı olan kuru düz topraklarda deniz manzarasını kokluyor.

kendimizden başkası değil bize bu hayatı zorlaştıran. gelecek kaygısı diye uydurduğumuz bir yalanın peşinden her şeyimizi sırtlanarak koşuyoruz. ne rızkın allahtan geldiğine güveniyor, ne de tevekkülden dem vurmayı kesiyoruz. her şeye yetişiyor, hiç bir şeye yetişemiyoruz. çocukken “babalarımız gibi olmamaya” yeminler ediyor, baba olunca “benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın” demekten kendimizi geri bırakmıyoruz. ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.

ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.

ama ne fayda ki hepimiz ölüyoruz. çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakmak deyince: "8 dönüm arsa, 2 de daire bıraktım daha ne olsun allaha şükür" anlayışından ibaret bir neslin son sürümü olduğumuzu aslında hiç unutamıyoruz. Unutmamıza fırsat verilmiyor. bir sefer dahi düşünmediğimiz, -varlığından haberimizin dahi olmadığı- ancak hayatımızın tüm çizgisini belirleyen reflekslerimizin kökeni, yine bizim gibi bir insana, onu yetiştirene, ona eziyet edene, ona çektirene, onu bu hale sokana dayanıyor. geleceğe sadece olumsuz şeyleri bertaraf etmek gözüyle bakmaktan başka bir gelecek vizyonumuz yok.

burada yazıyı sonuca bağlayarak yazının doğasına aykırı davranmak istemiyorum. çünkü diyeceğim şey, benim hayatımın denkleminin sonucunda ortaya çıkmış bir şey olacak. ancak hayat hesap makinasıyla hesaplanmıyor. senin hayatında doğru olan, benim hayatımda yanlış olabiliyor. ve aslında bütün sorunların başını da işte bu paradoks teşkil ediyor.

selametle.

(bkz: sadece yazarına bir şeyler öğreten yazılar)

eğlenceniz daim,
sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

9345.

seriatin kestigi parmak

Kendi hayatıma dair detaylara baktığım zaman çok çocukça buluyorum lan kendimi.

Sıradan yazayım:

*mütemadiyen plaka-marka-model şeklinde arabaları ezberliyorum. Garip bu takıntı. Böyle bi araba gözden kaçırsam sanki o araba patlayacakmış gibime geliyor. Hep şöyle bi hayal kurardım küçükken:

Polis gelsin, şöyle bi araba buradan geçti mi? Diye sorsun ben de evet geçti, bmw 3.25 d 1997 model sedan. Plakası 06 asy 1722, sürücüsü lacivert kazaklı 35 yaşlarında top sakallı birisiydi. Yan koltukta da 20 yaşlarında siyah polar giymiş bir genç oturuyordu. Şoför izmirli yanındaki antepliydi. Arabanın sağ tekerleri fazla inikti. Muhtemelen 25 kg lik parça tesiri artırılmış C4 vardı diyebileyim. Yani gördünüz mü olayı.  Böyle önemli bir kişi olmak istedim hep. O bilgiyi verebilecek tek kişi olmak istedim. Yıllarca arabalara Bombacı arabası gözüyle bakarak tespitler yapmaya çalıştım. O günlerden kaldıysa demek ki, halen plakaları ezberlerim. Bazen arkadaşlar ismini söylediği adamı hatırlamadığım zaman arabası hakkında detay verirler, hemen hatırlarım.

*el analizi yapmaya çalışırım. Kişileri ellerinden tanımaya çalışırım. Bunun için bir çok site karıştırdım ve detay çalıştım. Elinin dışını gördüğüm adamı %90 doğru analiz ederim. Otobüslerde falan tüm erkek ahalisi ya karı kız keserken veyahut kulaklıktan son ses kulak zarına tecavüz ederken ben milletin eline bakarım. Demire veya koltuk sapına veya yukarıdan sarkan tutma plastiklerine gözlerimi kilitler insanları analiz ederim.

"Hmmm uzun parmakları var, tırnakları ete gömülü değil. Elinin derisi ince, bileği ince..." falan filan derken baya baya her şeyi tahmin edebilirim. Sigara içki kullanıyor mu, boyu uzun mu kilolu mu, mesleği fiziksel çaba gerektiriyor mu, dövüşe yatkın birisi mi, gamsız birisi mi, hassas birisi mi, hasta mı derken baya detay görürüm ellerde.

*yüz okumaya çalışırım. Insanların yüzünde gerçekten acayip ayrıntılar gizli. Bu sözlükte sadece profil fotoğrafını gördüğüm bir kişinin hakkında bile bir yorum yapabilirim. Bunları sağdan soldan okumadım asla. Ha ilgimi çeken yazılar okudum bu konular hakkında ama bendeki aşinalık tamamen kişisel merak ve daha fazla insanla muhatap olmaya bağlı gelişen bişey. Yuvarlak bir sayı verecek olursam ~3000 kişi ile bir şekilde gece gündüz aynı ortamda kaldım sayılır. Yani Merhaba Merhaba değil ha. Sakın öyle anlaşılmasın. En az 1 yıl beraber yeyip içmişimdir bu 3000 kişiyle. Bu da bu merakımı ve saplantımı destekledi.

*kitap karıştırma ve satın alma merakı. Bu da garip bir psikoloji. Okumak için oturup zaman geçirmek gereken kitaba detaylı biçimde uzun uzun bakabilirim. Aralardan okurum, bir sayfa sonrasını tahmin ederim. Kitabın basıldığı şehre, kaçıncı Basım olduğuna falan iyice dikkat ederim. Hepsini aklımda tutmaya çalışırım. Bi de kitap satın alırım çokça. Bir çok kitabımın kapak içinde "sp" yazar. "Son param ile aldığım kitap" demektir o. Üzerimdeki son parayı kitaba yatırıp kadıköy den emanet yol parası ile Sarıgazi ye gitmiştim kaç kere. Alkım Kitabevi beni çok parasız koydu istanbul da.

*alışkanlıklarımı asla değiştirmem. Asla ama. Her gün Behzat Ç den bir bölüm izlemeye alıştım mesela. Mutlaka izlerim. Ezbere bilsem de salak gibi oturur izlerim. Rituel edinme huyum var sanki. Mesela tırnaklarımı haftanın aynı günü keserim. Şampuan olarak teey çocukluğumdan kalma "göz yakmayan dalin" kullanırım. Değişim en büyük düşmanım. Rejimi muhafaza etmek en huzur verici şeydir benim için. Sözlüğe girip yapacağım şeyler bellidir. "Salih, iso, burcu, rami, deniz, Apo, irem, falanca ve filanca" ne yazmış onlara bakarım kesin. Sonra aldıkları oylara bakarım. Ne demişler ve ne tepki almışlar. Bundan sonra kendi mesajlarıma falan bakarım. Onlara cevap yazarım. Her yazana muhakkak cevap yazarım. Bana mesaj atan insanı severim. Yazdıklarını okurum. Sözlüğe ne zaman geldiğine bakarım. Siyasi görüşüne, etnik kökenine, yaşına, cinsiyetine ve sair bilgilere dair detaylar ararım yazdıklarında. Bu alışkanlığı asla değiştirmem.

*Stalker olacak merak bende mevcuttur. Her boku bilmek isterim. Insanlara oltalar atarım. Zeki olmaya çalışırım. Hep görülmeyeni görmeye çalışırım. Bir adım önde olmak isterim her şeyde. Tecrübe olsun diye saçma salak işlere girerim. Ileri derece gastrit olan birisi nasıl sıçıyor diye tuvalet dinlemişliğim bile vardır lan. Bilmek isterim. Pratik bilgilere sazan gibi atlarım. Bir insanın neleri merak edeceğini bilmeyi çok isterim. Ne düşündüğünü bilmeyi çok isterim. En çok da zamana hükmetmek isterim. Geri alabileyim, durdurabileyim isterim. Zamana olduğu kadar mekana da takıntı gösteririm. Aynı anda yüzlerce yerde olmak isterim. Telefonun iki ucunda da bulunmak isterim.

* dışarıdan kendime bakarım. Yürürken acaba şu lamba beni nasıl görüyor diye düşünmeden edemem. Mesela bir direksiyon nasıl araba sürdüğümüze bakıp gülüyordur kesin diye düşünüyorum bazen. Veya bir ayakkabı Bağcığına nasıl görünüyorum ki lan. Düşünsenize arada pantolonun paçası görüş açınızı engelliyor. Karşınızda bir gömlek eteği. Onun da Üstünde bir burun. Bazen adam eğilip yanınıza tükürüyor ve 43 numara iskarpin ayakkabısı ile asfalttaki Kum zerreciklerine yayıyor o sıvıyı khırrt khırt diye... veya izmarit atıyor, sonra yolun kıyısına doğru tepiyor yine aynı 43 numara iskarpin ile ezdiği izmariti. Acaba beni nasıl görüyorlar diye merak ederim.

Tanrı da merak ediyordur diye düşünürüm sonra. Tanrı olsam bir insan suretine girmek istesem neyi tercih ederdim acaba diye düşünürüm. Herkese potansiyel tanrı gözüyle bakmaya başlarım. Yüssüklerin efendisindeki göz gibi bir göz lazım bana. Ya da tanrıların gücü lazım. Tek ilaç o bana. Çünkü güç merakımın nihayeti yok. Tanrı olsam biter belki o merak.

*el hareketlerim olsun isterim. Sadece arkadaşlarımın anladığı değişik ve basit el hareketleri. Küçücük bir el hareketiyle çok şey anlatmak isterim. Sesleri gereksiz kılmak isterim. Sessiz bir müzik yapılacak olsa bu nasıl olurdu acaba diye aklıma gelir. Resimlere ve kişilere şarkı muamelesi yaparım bazen. Kimisi hande Yener olur, kimisi Massive Attack olacakken direkten dönmüş dilberay... Her şeyi başka bir zemine uygulamayı kafamda kurarım. Mesela "sıvacı malası" veya "çöplüğe gelişigüzel atılmış bir ayakkabı teki" enstrüman olsa hangi ses çıkardı acaba diye düşünürüm.

*halılara bakarım. Parke taşlarına, el çantalarına, dolap kapaklarına bakarım.

--intihar etmek isteyen bir doğalgaz zerresi nasıl en uygun yeri gözlemek isterse ben de en uygun ölünecek yerlere bakarım. Favori listemde en üst sırada bir sarayın mutfağı var. Cinayetimin zanlısı olacak kişiler hep karmaşık. Her türden insan var. Chef de cuisine de var, turp getiren hal toptancısı da var.

Lise terk bir oto tamircisi bulacak mesela benim cesedimi.

Bir halıya sarılı olarak yolun kıyısında olacağım. Ve ben halının desenlerini ezbere bileceğim.

Cesedimi atan arabanın Plakası da hafızamda olacak. Sorarlarsa şak diye yapıştıracağım cevabı.

Halıya sarılı bedenimi attıkları sokak lambasını da tanıyor olacağım. Bana devamlı bakan Lamba o olacak.

Ve atıldığım çöplükte yanıbaşımda duran o ayakkabı teki de orada olacak. Bana keman introsu çalacak en derinlerde bir yerden.

Ellerime ve yüzüme bakan otopsi memuru sigara içtiğimi, milliyetçi olduğumu, Ankara ayazında kavrulmuş Ellerimi ve aslında dövüşe meyilli birisi olduğumu aklından geçirecek. 

Evet evet. Saplantılarımın en güzel açıklamasını cesedimi intikal ettirdikleri Behzat ekibi bilecek. Değerini onlar bilecek aklımın kıvrımlarında gezinen stalker şeytanın.

Ancak Sadece bu yazıyı buraya kadar okuyan deliler bilmeye hak kazanmış olacak ölümümün tüm sırrına ermeyi.

Selametle.

Eğlenceniz daim,
sevgiliniz kuduruk olsun.

/ seriatin kestigi parmak /

evlilik üzerine hayat mütalaları

hepimiz iyi veya kötü bir evlilik hayali kurduk veya kuruyoruz an itibarı ile değil mi? önce buradan hareket edelim. kimimiz gönlünü biraz varoşlara gezdirdikten sonra, kimimiz işini gücünü ele aldıktan sonra, kimimiz ise yolları ve tüm ufukları yakacak o kişiyi bulduğu zaman bi şekilde evlenecek. ben şimdiye kadar evliliği, “sevdicekle birlikte bir hayatın toplum tarafından kabul edilmiş hali” olarak gördüm. zaten normal olan da bu olması lazım. çünkü ben öyle düşünüyorum. en çok beni kıstas alacaksınız, saksı değilim ben! döner pıçaklarıynan dalalım abieey!..

peki evlilikten beklentilerimiz neler sevgili okur? en başta güzel bi realite yemini çekelim: yalancının ve riyakarın yedi sülalesini, soyunu sopunu pilastik topunu cümle gelmiş geçmiş insan evladı gondiklesin...

şimdi tekrar soruyorum: nedir evlilik idealimiz?
*bol gondikli yaz akşamları: bol gondikli, çünkü ergenlikten 11 yaşında çıkıp 15 yıl “nöbet” tutan bir yaşam çizelgemiz var toplum itibariyle. yaz akşamları, çünkü yaz iyidir. östrojenin tavan yapıp salgı bezlerinin çılgın attığı bir dönem yaz ayları. (ordan çok abaza göründüysem affola). açık seçik hepimizin düşüncesi bu demi lan. sevgili olurken de, evlenirken de bunu hayal ediyor her iki taraf. hayat ne güzel, hep gondikleşmeler falan...

*kuruyemiş tabağından elele fıstık almalı tv izlemeler: bunu terim olarak ben uydurdum ama anlaşıldığını gözlerinizdeki pırıl pırıl yansımalardan anlıyorum. romantik bir akşam, işten dönülmüş, yemek yenmiş, çaylar gelmiş, leğen kadar –hayallerde bari cömert olalım- kuruyemiş tabağı aranızda, 45 derece eğimli çekyata uzanılmış, omuz omuza “les choristes” izlemektir efendim bu da. altyapıyı araştırdığımız zaman ne çıkıyor peki: gamsız kedersiz akşamlar. mesela ben de şöyle sağlam manzaralı balkonumda nargilemi ykıp hazır eden bi hayat yoldaşı istemez miyim, ne diyon sen be, ayaklarına kurban olurum valla...

*hiç bir misafirliğe gitmek zorunda kalmayacağınız, niye geç geldin? nereye gidiyon? kimlerle göt gezdiriyon? sorularının olmadığı bir dünya: evet evet. evde veya pansiyonda –her nerede yaşamış ve bu yaşa gelmiş isek- üzerimize kurulan ve yıllar boyu bizi umarsızcasına baskılayan ailevi vesayetten “azat olduğumuz” bir ev hayali. çok güzel. aldık bunu da kenara.ikidir araya taş çekiyorum, birazdan ortaya okeyi vuracam haberiniz olsun.

*sevimli, sarışın, çakır gözlü, akıllı uslu sevecen, tatlı-yaramaz bir kız veya farketmez erkek çocuğuna sahip olmak. örnek olarak bunu yazıyorum ama anlamamız gereken şey şu: evliliğin meyvesi olan çocuğun dertsiz tasasız kazasız belasız ve mümkün olabildiğince sevimli bir çocuk olması. bunu da aldık bir kenara.

*en genel tanımı ile kaliteli bir hayat: nedir efendim? paraya pula muhtaç olunmayack, istemediğimiz kimseyle hayatımızı kesiştirmeyecek, uzun yıllar boyunca güzel günler geçireceğimiz, ve en önemlisi “yalnız ve bir başımıza yaşlanmayacağımız” bir hayat istiyoruz.

bu taşları ortaya bi sereyim, 101 e işleyeyim teker teker:
*bol gondikli,
*romantik,
*özgür,
*mükemmele yakın bir meyve vermiş,
*ve kaliteli bir hayat
.içeren bir gelecek hayat istiyoruz. en azından ben böyle istiyorum. peki neden böyle bişey istiyorum lan ben.

--neden romantik bir hayat istiyorum? çünkü 7. sınıftan üniversite bitene kadar erkek pansiyonlarında kaldım. “maskülen bir hayat” dedikleri şey var ya, işte ben o terimi uyduranın avradını zikeyim. bildiğin sarımsak aromalı taşak kokusu lan. kaba taslak yazacak olursam, 120 kişilik yurtta başladığım pansiyon hayatına, sırasıyla: yine 120, 750, 150 ve 120 kişilik yurtlarda totalde 12 yıl boyunca öğrencilik, 220 ve 200 kişilik 2 ayrı yurtta “öğrenci işleri sorumluluğu” yapmış bir kişi olarak karşınızdayım. telefon rehberimde 2400 den fazla sap kayıtlı lan benim. whatsapp listesi 8650 kişi olan insan benim. cumalarda bayramlarda telefonu spam sms lerle horon tepen benim. şimdi ben istemez miyim miniminnacık romantik bir hayat. isterim tabi lan, evim lavanta koksun, yatağımı saat 06:00 da toplamak zorunda olmadığım bir evim olsun, aynı odada, öbür odada başka erkek irilerinin yaşamadığı bir evim olsun isterim. isterim çünkü bunun yoksunluğu ve özlemi ile yaşadım.

--neden özgür bir hayat istiyorum? nedeni belli değil mi? aklım erdikten sonraki 12 yıl boyunca babamın “alim olsun da arkamızdan bi fatiha okuyanımız olsun” anlayışı çerçevesinde yıllarca baskı altında “alim olmak amacıyla” gece gündüz dersin başından kaldırılmadan, eve veya çarşıya izne göderilmeden, sabahları ellerinde sopa ile bağıra çağıra bizleri –güya- uyandırmaya gelen şerefsiz belletmenlerce kaldırılarak uyandığım günler, aylar ve yıllar geçirdim. hakkım değil mi sizce de özgür bir hayat istemem? evden çıkarken annem “nereye oğlum eğer market tarafına gidiyorsan iki de ekmek al kepekli” diyor ya, ben nereye oğlum kısmını duyduğum anda neden 800 tane yalanı kafamda canlandırıyorum da sonradan ekmek kısmını duyunca yalanları yedek listesine geri atıyorum. çünkü böyle büyüdük abi biz. şahsen ben her istediğim anda hasta olabilirim. gerçekten tek bir fiziki müdahalde bulunmadan ateşimi çıkarabilir, bademciklerimi şişirebilir, iğne-serum yiyecek hale gelebilirim. nereyi hatırlattı size bu sahneler? hapishaneyi hatırlatsın. revire gidebilmek için kimyasal yutup hasta olan mahkumları hatırlatsın. şimdi ben özgür bir hayat istiyorum. neyi istediğimi biliyorum. çünkü yokluğunu gördüm. neden istediğimi biliyorum. çünkü bana yıllarca dayatılmış bir hayat tarzından kaçıyorum.

--neden güzeller güzeli bir kız çocuğum olsun istiyorum? çünkü evlat diye sevilip bağırlara basılan kız çocukları gördüm. kendi ailemi bırak, sülalemde yok lan öyle bir profil. bizde çocuklar sert yetiştirilir. çocuk, -erkek kız farketmez- ağlamaz, gülmez, büyüklerin lafına karışmaz, saygısızlık etmez, tabağını bitirir, denileni yapar, “denilenden başka hiç bir şey yapmaz”. ben ise tüm bunları geride bırakacak bir çocuk istiyorum. seveyim, kıymet vereyim, nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmede yardımcı olayım, ona kitaplar vereyim, ona şiirler okutayım, geceleri o uyuyana kadar yakınında durayım, bir nevi kendime bağımlı edeyim onu. neden? çünkü ben yıllarca “babam, hocam, belletmenim, kat görevlim, yatakhane başkanım” odadan çıksın gitsin diye yorganın altında bekledim. kimseye dert anlatmadım. anne babamın neler yaşadığını hiç bilmedim. hiç bir zaman dünyalarına ortak olamadım. ama çocuğum başka bir hayat yaşasın istiyorum lan. sevilsin, sevildiğini hissetsin, yüzü gülsün istiyorum.

--neden kaliteli bir hayat istiyorum? nedenini artık açıklamaya gerek yok sanırım. özgür olmak istiyorum ben abicim, kendi planladığım şeyleri yaşamak, üzüleceksem bile kendi tercihlerime üzülmek istiyorum. bundan dolayı da kafamda mükemmel bir sevgili hayal ediyorum. onunla evlenip tüm dertlerden bir anda kurtuluyorum, kırmızı vosvosumu güneşe doğru sürüyorum bir akşam üzeri.

ama aslında bir yarayı kapatmak için o kızla evleniyorum farkettiniz mi. sevgili olurken de aynı şeyleri yapıyoruz. bir yarayı sarmak için sevgili oluyoruz. mesela ben neden bu kadar çok sevdim nazlı yarimi? benden zorla ayırdıkları yarimi? çünkü ondan 9 yıl önce de bir kıza vurulmuştum. tam 7 yıl kıza tek kelime, tek bakış bile olsun açılamamıştım. ve o 7 yıllık platonik sevgilimi defnetmiştim elim bir trafik kazasının ardından. yaramı sarmak için sevdim bu kadar.

yaramızı sarmak için hayaller kuruyoruz. yaralarımızı saracak geleceklere sazan gibi atlıyoruz. sağlıklı değiliz hiç. ne istiyorsak, neye rağbet ediyorsak aslında bir şeylerden kaçıyoruz.

peki evlilik ile alakalı olanları diğerlerinden ayıran nedir? karşımızdaki insana bunu ödetiyor evlilik. hayallerde neleri bekledikse karşımızdaki insandan onları yapmamasını öngörüyoruz. bu da bir yığın külfet onlara.

sevgiliniz size bağırdı mı? a aaa. ne kadar büyük bir sorun. nasıl yapar bunu. yalancı durumuna mı düştünüz onun karşısında? hemen onu ezerek kapatmalısınız arayı. çünkü sizin kendi hayatınız var. oluşturduğunuz, sizi kendiniz yapan bir karakter var. nah var nah. hepsi kendi sapkın geçmişimizin eserleri. kendimiz diye bir şey yok. tecrübe denen şeyi siksinler. hepsi fason iç geçirmelerden ibaret.

neye kızdım neye içlendim bilmiyorum ama haklıyım muhtemelen. hayatta bir şeyleri yanlış yapıyoruz. ama bulacam bir gün o yanlışın ne olduğunu. yaza yaza, okuya okuya, düşüne düşüne bulacam.

son olarak, karar vermeden önce düşünmek başlığında düşünce sistemleri ile alakalı yazdığı yazısı ile kafamın içinde ampul gondiklenmesi yaşatan “justitia” nickli yazara teşekkür ederim. selametle.

eğlenceniz daim,
sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

7700.

sözlük erkeklerine mesaj atmaya korkmak

Vallahi billahi başımda olan Hadise.

Ulan arkadaş böyle bi dejenere hareketi yok ya. Nasıl bu hale geldik lan biz. Bi erkek itiraf yazmış mesela, Okuyorum, içime dokunuyor veya gülüyorum, mesajla bişeyler yazmak istiyorum, tam mesaj atacam bişeyler söyleyecem, kafada ampuller yanmaya başlıyor.

Kimisi kız zannedip yavşıyor. Ilk evvela bu yibinalara bi giydireyim.

Yau arkadaş nedir bu olay. Şu sözlükte neredeyse her entrysinde erkek olduğumu bas bas bağıran biriyim lan ben. Profil fotoğrafımı bi tane Baykuş koydum, kaç zamandır kaldırıp kendi fotoğrafımı koymayı düşünüyorum. Ama sonra başka bir ampul yanıyor, ulan diyorum genç dimağlar zarar görmesin. Kendilerine gereksiz bi özgüven gelmesin. Demesinler ki bu tipini ziptiğim bile burada yazıyorsa ben buranın anasını gondiklerim... Yemin ediyorum kendi resmime baktıkça dine sarılıyorum.

Koymuyorum bu yüzden fotoğrafımı. Siz beni 187 boyunda, kaslı, yakışıklı, zeki, görmüş geçirmiş birisi olarak hayal edin. Yazılara bakarak da okuyun gülün ağlayın sövün sayın anam hariç.

Biliyorum abi ben çünkü resim koyarsam başıma geleceği. Sizin önyargılarınızı aşamayacam. Sen ne konuşuyon lan ahir zaman alameti deyip okumayacanız beni.

Iyi de ben böyle güzel güzel düşüncelerle oraya fotoğraf koymayınca da başka türlü oluyor iş. Ibneliğine mi yapıyonuz, yoksa gerçekten kız mi zannediyonuz artık aklım hafsalam o kadarına idrak basmıyor.

Işin garip tarafı, böyle muamele görünce kendim de Tribe giriyorum. Bi erkeğe mecburiyetten mesaj çekeceğim zaman ayyh deyip saçlarımı kulak arkasına atıyorum. Klavyeye basan parmaklarım gözüme çarpıyor, "manikür pedikür" şart oldu elceğizime diye düşünüyor halde buluyorum kendimi.

Tabi bu halden kurtulmam kolay oluyor geri, telefonun ekranından yansıyan suretimi görünce cinsimi cibilliyetimi ...... hatırlıyorum. Geçiyor gidiyor.

Ulan yazıya ne diye başladım bilmiyorum ama zıçtırtmayın lan muamelenize. Yiterin gayli. Erkeğim ben. Şahitlerim var.

Edit: bir kardeşimiz "sanki adam sikiyollar burda" Demiş.

yau arkadaş bu sözlükte insanlar afedersiniz pipilerinin resmini çekip vurdular masaya. ben o günden beridir rüzgarda eteği uçuşmasın diye ellerini perdeleyen kız tedirginliğinde tıklıyorum linklere. sen neden bahsediyorsun acaba.

naif temiz yürekli ve masum kalabilmek

Bu aralar taktım galiba bu Masumiyet, temiz yüreklilik, naiflik olayına. Uzunca bir yazı olacak galiba. Küfür yok, polemik yok, kavga yok, gürültü yok bu yazıda...

Benim bi tane ali berber im vardı küçükken ben. Ona giderdik babamla. Babamla adamın muhabbeti iyiydi. Konuyu ben hiç anlamazdım ama babam konuşuyor diye dikkatlice dinler, sonra yine hiç bir şey anlamazdım. Bu ali berber yaşlıca bi amcaydı. Sonradan vefat etti allah rahmet eylesin.

Bu ali berber in yüzünde bi "et beni" vardı. Küçükken ben o "et beni"ni sadece kötü insanlarda oluyor sanırdım. Zamanında mahallemizde iki tane cinayet işlenmişti. Birisi deli Hayrettin in annesinin kafasını balta ile kesmesi idi. Kanlıdere tarafına asla gidemedim çocukken bu yüzden.

Diğer cinayet ise okulun aşağısındaki sarı bi evin adamının öldürülmesi idi. 3 4 arkadaş içmiş, sonra tartışmışlar. Birisi çekip vurmuş bu adamı. Oğlu bizim iki sınıf büyüğümüz hasan abiydi. Şimdi o hasan abi Ostim de -reklamlar- atiker sıralı Sistem ustası olmuş. Evvelsi gün gördüm kendisini.

Ben bu bizim ali berberi hep kötü bir insan olarak bildim. Yüzünde ben vardı lan. O da kesin anasını babasını falan kesmişti. Hep o gözle baktım o adama.

Yine mahallemizde Sivaslı bi fatma vardı. Benim ilk okulda sıra arkadaşımdı. Bunun abisi vardı bir de: ömer... Kendini bir kız için yakmıştı. Ama ölmemişti. Sonradan bu ömer abi sazcı oldu. Tavernalarda falan çalıyor şimdi rüzgarlı da... mahlası da yanık ömer. (Şakaysa hiç komik değil gerçekse çok komik derler ya, al sana metaforun babası. Ironi yok adamda valla.)

Sonra mehmet diye bi cocuk vardı. Benden bir yaş büyüktü. Mahallenin camisinde ezan falan okurdu. Dindar maskotu buydu mahallenin. Dörtyol mevkiinde araba çarptı öldü. Allah rahmet eylesin.

Sonra yine bi tane fatih vardı. Annesi ölmüştü. Annesi annemle cumaları yasin tebareke falan okurdu. Bizim eve gelirdi kadın. Kansermiş. Vefat ettiğinde fatih 7 ye gidiyordu. Allah rahmet eylesin. Sonra Fatih babasını da kaybetti 19 20 yaşlarında.

Bu kadar boktan detayı neden verdim, oraya bağlayalım meseleyi. ipsiz sapsız bir mahallede büyüdüm. Bu yazdıklarım da hep ben oradayken yaşanan şeylerdi. Zaten güvercin çalma, taklacı kaçırma, kanat çekme muhabbetleri yüzünden iki güne bir kanlı bıçaklı kavga kesin çıkardı.

Açıklama yapmam gerekir (çünkü konuyla biraz ilgisi var)

*güvercin çalma: kümesten paçalı kuş çalma eylemi.

*taklacı kaçırma: çalınacak kuş sahibi tarafından uçurulurken değerli taklacı kuşun ilgisini çekecek başka bir kuş havaya salınır. Taklacı bi yere çekilip "ağlanır". Sonra satılır.

*kanat Çekme: en pis detay bunda belki. Kuşçular bilir, paçalı kuşların kanadında -hatırladığım kadarıyla- 17 tüy olur. 17 tüyü olan bir paçalı kuşun kaçması muhtemeldir. Bundan dolayı sahibi kendi kuşunun alttan 3 4 kanadını koparır ki kuş fazla uçamasın kaçmaya kalksa bile... Bu zulmün ne olduğunu,  o "göde" nin gözlerini nasıl fıldır fıldır acıdan döndürdüğünü görmeden bilemezsiniz bence.

Kavgaya sebebiyet verecek kanat çekme olayı ise biraz değişiktir. Sevilmeyen kuşçu nun kuşunu başka bir kuşla bir yere çekerler. Sonra yakalayıp 4 5 kanadını çekerler. Zaten 3 4 kanadını en baştan kaybetmiş bir kuş, 4 5 kanat daha kaybedince hiç uçamaz hale gelir. Çalınsa bulunur belki ama kanadı çekilen kuş bulunsa bile bi işe yaramaz. Kanat çekeni bulmak da zordur. Acayip feci kavgalar çıkar bu yüzden. Ben elinde bildiğimiz "balta" ile 2 3 saat mahalle mahalle kanat çekeni arayan kuşçu bilirim. Öldürmek için arıyordu elbette...

Yine başka bir çocukluk garabeti olarak "kaçak kömürcüler" aklımda hafızamda yer etmiştir. Ankara da eskiden belko kömür ve bi de kaçak kömür vardı. Belko belediyenin işletmesiydi. Kaçak kömürle de belediye feci mücadele ederdi. Belko belediyenin olduğu için tabiki...

Zabıtalar ara sokaklarda bu kaçak kömür kamyonlarını kovalardı. Kaçakçılar ölümüne kaçarlardı Zabıtadan. Mesela biz mahallede oynarken birden aşağı dönemeçten kaçak kömür kamyonu beliriverirdi. Kendimizi yolun kıyısına zor atardık. Bir keresinde abime çarpmıştı mesela o kamyonlardan birisi.

Velhasıl, kötü bir semtte büyüdüm. Insanların belki de %90 ının eninde sonunda "siteler"de keresteci olacağı bir yerde büyüdüm diyim, siz Anlayın ana noktasını olayın...

Naiflik diyecektim değil mi. Evet Naiflik. Küçük ve masum bir dünyaya sahip olmak. Temiz yürekli olmak. Iyilik yapmayı ekstra Bir şey olarak değil de fıtrat olarak kazanmış birisi olmak. Evet bunların hepsi bizim mahallemizde vardı lan.

Herkes birbirini bilirdi. Mahalleye yeni taşınan birisi 500 metre ötedeki evden bile muhakkak bi "hoşgeldiniz" ziyareti alırdı. Insanlar radyolarının sesini son ayara verip tüm mahalleye oyun havası dinletirdi de kimse de "yha çk ses yapiyosuoonn" tribine girmezdi. En fazla: "recep emmi çekti yine kafayı" derdi annem mutfağın penceresinden kafayı uzatıp. Annemin muhatabı ise karşı balkonda elişi ören yosma teyze, göt kadar yere fasulye ekip, sonra da biz basıp ezmeyelim diye elinde sopayla bahçe başı bekleyen Aysel teyze, deli ali amca'ya varan dul gülüzar teyze olurdu. Gecenin 11 inde halen altlı üstlü çapraz kur ile dedikodu döner, bazen hakır hukur bir kadın kahkahası gelirdi.

Hep böyle miydi peki? Hayır tabiki. bazen de melike nin annesini babası döverdi. Taksiciydi adam. Semiha yengeyi haftada bir döverdi genelde. O zaman da annem falan dahil tüm mahalle kadınları onun evinde toplanır, moral verirlerdi. Bazen mahallenin teyzeleri ip atlardı akşam üzeri mahallede. Sonra hepsi "herife yimek itmek" için apar topar koştururlardı evlerine "ay gıız giç kaldık bugün giç" diye Hayıflanarak...

Veli toplantısına mahalleden sadece bir iki kadın girer, tüm bebelerin durumunu öğrenir gelirdi. Biz o mahallenin çocukları olarak aslında tüm evlerin çocuğuyduk bi nevi. Her ev bizimdi. Ben çok hatırlıyorum sıkıştığım zaman en yakındaki evin tuvaletine girebildiğim günleri.

Anneme komşudan un, mayalamalık yoğurt, oklava, elişi modeli, pakmaya, kahve, deterjan veya kuru tarhana falan getirdiğim günleri çok net hatırlıyorum. Hatta bazen annemin gönderdiği evde istediği malzeme olmaz, kafama göre başka bi evden gider isterdim ne ise annemin o anda eline lazım olan şey.

Bunlar çok güzel şeylerdi. Yine mesela binni teyze'nin evinin çatısı, 99 depreminde evin içine inmişti de mahallenin adamları ve gençleri toplanıp halletmişlerdi o işi bi akşam. Sokak lambalarının altında şimdiki gibi serseri bebeler değil, koca koca adamlar otururdu. Karanlık yerlerde iş yapılmazdı pek.

Yine mesela bir kadın hasta olduğu zaman annemin ben okuldan gelince benden o hasta kadının evine bir tencere yemek yolladığı günleri çok iyi hatırlıyorum. Bunları şimdi yapan aile grupları iyice azaldı. Ya bir iki aile birbirine bunu yapıyordur ya da o bile yoktur koskoca binalarda. Yapanlar da gıpta edilerek anlatılır değil mi yani. Halbuki eskiden bu mutat bir şeydi bizim nesil için.

Babam aşağı mahallede bi adama "başımızın gözümüzün sadakasını" gönderirdi abimle birlikte benden. Beraber giderdik, evinin kapısının altından gazeteye sarılı parayı atar kaçardık. Çelik kapılar da yoktu lan o zamanlar.

Hatta bi keresinde adam para koyduğumuzu görsün diye camına taş atıp kaçmak geldi abimle birlikte aklımıza. Cama abim bi koydu taşı, cam indi aşağı. Adamı sadakamızla fakirleştirmiştik o gün.

Diyeceğim o dur ki, Komşuluk iyiydi yani. Insanlar birbirini tanıyor,  biliyor, hissediyordu.

Şimdi insanlar birbirine tepki bile vermiyor. Kavga dahi etmiyorlar. Birçoğumuzun komşusu ile olan münasebeti:

*duvardan yan komşunun karı koca kavgasını dinlemekten,

*"bizim binanın önüne karşı esnafın müşterisi niye parkediyo amınahoyim" den,

*"2 numarada oturan ibne çöpü geç çıkarıyo" dan,

ibaret sanırım.

Insanlar artık arabaları ile, plakaları ile veya bina içindeki yeri ile tanınır oldu. "Kırmızı Honda nın sahibi", "camekan balkonlu yerde oturan adam" veya "saat 7 de işten dönen sarışın savaş baltası" gibi komşu tanımları var artık. isimler pek bilinmiyor.

Mesela benim eskiden devamlı yaptığım bi şey vardı. Şimdi onu yap da alnının ortasından çattadanak öpeyim, hemen o mahalleye taşınayım: bizim, hacı bakkalda veresiye hesabımız vardı. Ben ise karşı manav bozması dükkanın "keçi boynuzu" ve "kırık leblebisine" hastaydım. Manavdan istediğimi alır, gider hacı bakkala yazdırırdım. Şimdi yap yapabilirsen bunu mesela.

Yazının başında bahsettiğim üzere, bizim mahalle muhtemelen şimdi şu devirde hiç bir aile babasının gelip oturmak istemeyeceği bir muhit olarak tanımlanabilir. Ama o vahşi sanılan, gerçekten zaman zaman vahşet de barındıran mahallede bizler, ben, abim, kız kardeşim yetişti. Bir çok kişi yetişti ama en yakın örnek onları görüyorum. Yakinen tanıdığım insanlar olarak onları örnek verebiliyorum.

Bu dediğim üç kişi, onca pislik şeylerin yaşandığı, imkanları kısıtlı, fakir ve varoş mahalle bebesi olma özelliğine sahip olduğu halde, -ki bir çok toplumsal araştırmada diyorlar ki çevre koşulları, birey gelişimi için çoğönemlidir zart zurt-  şu anda kalbi iyilik dolu bir insan olabiliyorken,

*her şeyin çiçek böcek gösterildiği çocuk dizileri ile büyütülmüş,

*kıyas yapılacak olursa daha eğitimli aileler tarafından yetiştirilmiş,

*kıyasen daha erken yaşlarda daha üstün eğitim seviyesine ulaşmış bireyler olarak hayata atılmış,

*kötü örnek olabilir diyerek sigaranın, silahın, silahın patlama efektinin, içki sahnelerinin, küfürlü sahnelerin sansürlendiği bir yayın akışına tabi tutulan,

*muhtemelen refah seviyesinin daha yüksek olduğu bir ekonomik dönemde yetişmiş,

*anne babasından asla şiddet görmemiş, aklı erdiği günden itibaren anne babasının ağzına sıçan bir çocukluk dönemini yaşamış, ebeveyninden bu müsamahayı görmüş,

*öğretmenlerinin daha bilgili, daha yetenekli, sınıfların daha ideal sayılarda öğrenci barındırdığı, öğretmen tarafından öğrenciye şiddet uygulanması ihtimalinin dahi olmadığı -ki gerçekten zamanında öğretmenlerimden yediğim zopanın haddi hesabı yoktur- bir eğitim sistemine tabi tutulmuş,

Çocukların içlerinde kötülük barındıran insanlar olarak karşımıza çıktığını görmek insanı değişik düşüncelere sürüklüyor aslında.

Duyarsız, saygısız, beceriksiz, -görece- vicdansız ve boş beleş bir jenerasyon şu anda sokaklarda, okullarda, parklarda, internet mecralarında ve her yerde...

aslında gerçekten bir an evvel sormamız gerekiyor: neden, ne zaman ve nasıl böyle içi boş bir hale geldik. Biz bu kadar dolu iken, nasıl oldu da, "ergen kekolar" deyip boş beleş insanlar olmakla eleştirdiğimiz insanların ortaya çıktığı bir dünyayı onlara bıraktık?

Ben bilmiyorum abi. Bilemiyorum. Artık bişey hissedemiyorum. Zemin çok Kaygan geliyor bana artık. Sanki bu günden sonra hiç birşey yerli yerinde olamayacakmış gibi geliyor. Umudumu ve dahası, bu yeni jenerasyon içindeki kendime olan özgüvenimi kaybediyorum. Onlarla birlikte yaşamaya korkuyorum belki de. Evet evet, onlardan birisinin kapı komşum, iş arkadaşım, veli toplantısında muhatap olduğum öğretmen veya bindiğim otobüste karşılaştığım bireyler olmasından korkuyorum. Istemiyorum onları hayatımda.

Yazıyı buraya kadar okuyan her bir okura çok çok teşekkür ediyorum. Selametle kalın.

Eğlenceniz daim,
sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

11920.

sözlük yazarlarının itirafları

Dün çocuğun birinin elinde patlamış futbol topu gördüm. Gayri ihtiyari aklıma eski günler geldi. Dere yatağında falan patlak futbol topu gördük mü gider bi tane 9 kat alırdık. Sibobunu çıkarıp pıstırır sonra da o kabın içine koyup tekrar şişirirdik oynar giderdik paramparça olana kadar.

Hatta patlayan 9 kat ın yarısını kafamıza geçirip şapşal şapşal gezinirdik. Dışı ne kadar pis ise o topun içi o kadar temiz olurdu.

Neyse işte ben bu hezeyanlarla bebeye bağırdım:
*Onun içine 9 kat koyun güzel güzel oynayın lan!

Çocuk suratıma mal mal baktı.

Ben de içimden günümüze döndüm. Anuna goduklarım ne bilir lan fakirliği falan diyerekten yanıma çağırdım. Geldi Bebe. Tekrar anlattım. Çocuk halen mal mal bakıyor. Nerde oturuyon lan sıpa diye sorunca Bebe arapça cevap verdi. Suriyeliymiş sıpa. Ben mal mal anlatıyorum o da mal mal dinliyor amk.

Godumun Suriyelileri. Çocukluk travmamı tekrar yaşattınız umarsızcasına... gereksizcesine...

seriatin kestigi parmak

ben pansiyonlarda, yurtlarda büyüdüm sayılır. sıksan iliğimden devlet malzeme ofisi akar o derece. haramıyla helaliyle, günahıyla sevabıyla bugüne gada çok yedik devletimizin ekmeğini. bazen gece yat verilince (bkz: yat verilmek) (bkz: anlayamazsınız) karnımız acıkırdı, yemekhaneye gizli gizli girer, kuru ekmek de olsa o haramı feci bir lezzet duyarak yerdik. erkektik olm çünkü, sisteme başkaldırıp ekmek yiyorduk gecenin bi saatinde. ulan anarşikliğimize baksan ya, en favori maceramız gece kilerden (marketler zinciri olan değil) ekmek çalıp gündüzden zulaladığımız tahine bandırıp yemekti. dayıoğluyla birbirimize bakıp hıkır hıkır gülerdik ağzımıza tepiştirirken ekmek artıklarını. hıkırdarken ağzımız dolu olduğu için burnumuzdan sümük fışkırırdı. biz de onları orda duran bamyaların içine koyardık ki pişince sümük gibi sünsün (bamya niye orda durursa. Ama bu dandik lafım, bamyanın sümük gibi lüp lüp ağızda bıraktığı hissi yalanlayamaz) neyse, konu bizim sümüğümüz değil, yıllar sonra gördüğüm kadim bir dost.

o değil de çaldığımız erzağı yerken ben garip bir takıntıyla camdan içeri vuran sokak lambasının titrek ışığında (titrek ışık neyse bi de ben kullanayım dedim) (bkz: içine ibrahim sadri kaçmak) ne yediğime dikkatle bakardım. sebebi vardı ama bunun. babam anlatmıştı, bizim köyde eskiden domatesleri, patatesleri, salatalıkları canavar (domuz) (deme günah) telef etmesin diye köylüler geceleri bahçelerini beklerlermiş. bizim akıllı köylülerden birisi de bu önlem alma işine farklı bir bakış getirip tutmuş bu domates patateslerin üstüne şıçmış. hikaye bu ya birisi de gece gidip bunların salatalıklara dadanmış. cıvık boku da gecenin karanlığında salatalığın ıslaklığı falan sanıp üstüne silerek temizlemek suretiyle ham yapmış yemiş, ondan sonracıma karnını doyduğuna ikna edip gitmiş yatmış. sabah bi kalkmış bakmış ki ne görsün, üstü başı bok içinde.

ulan benim babamın da hayal gücü bok kırığı bişeymiş lan. sebze meyveleri yıkayıp yemem için böyle bir yalan atmış. sonra yalanı kıvıramamış gaza köklemiş, sıçıp sıvazlamış. ama tabi ki konu babamın sıvazlamaları değil, kadim bir dostu yıllar sonra görmem.

bak sümük dedim de aklıma ne geldi, eskiden telefon direkleri ağaçtan olurdu, yeşilimsi veya haki bir rengi olurdu bu direklerin. bi de bu direklerin dengesini sağlamak için bir tarafından yere gerdirilip çakılmış, sikke ile sabitlenmiş çelik halatlar olurdu.
+hihoh, sikke dedi. Mihih.
-sen gözünü çıkarır, göz kürenden sikkerim, gözyaşı diye, küçük denizler ağlarsın!1!1!!!1

bi tane uğur diye serserinin ciğersizi bi itne vardı. bi gün yanımda erkan diye bi bebeyle gidip gezerken bu uğur itini demin anlattığım halatın yanında gördük. erkan çabuk gaza gelirdi. ilkokulda sosyal hocası amerika nın para birim nedir dediğinde bi gazla fırlamış, "doriz hocaağğmm" diye yırtık dondan fırlamış, hocadan da sağlam bi şepeşille yemişti. ondan sonra lakabı doriz kalmıştı. (zengin bi mahalleydik olm)

uğur denen herze erkanı bildiği için: "olm erkan kaç kişi denedi, şu halatı tam şurdan tutunca oynatamadılar lan" dedi. erkan da hıyarı görünce tuz çuvalını sırtlayıp koştu tabi. tam halatı kavradı, hieeeyyt çekip asılacaktı ki birden ana bacı küfrederek uğura tekme tokat daldı. sonradan öğrendim ki bu uğur piçi telin orasına sümüğünü sürmüş, erkana da onu avuçlatmış. hatıraya bak amk. işte görmediğim şeyleri yerken korkma sebebin odur. sümük ünitesini geçtik, bir sonraki ünitemiz kadim bir dostu yıllar sonra görmem.

konuyu oraya nasıl bağlayacağımı merak etmişsinizdir diye umarak konuya dönüyorum. yurtta kaldığımız günlerde bi tane başkan vardı. lakabı tosbaa ydı. iyi bebeydi. Karizması, sesi, tipi yerindeydi. başkandı yurtta. bundan oldum olası korkardık. nasıl korkmayacan amk, adam yemekhaneye girdiği zaman çatal kaşık sesi dahi kesilirdi. hocaların falan dişi geçmezdi buna. ankara çubuk luydu. bizim memleketten yani. ben ezel dizisinde ramiz dayı nın gençliğini izlerken aklıma hep tosbaa başkan gelir. adamın forsunu yukarıda anlattım, bi de bu yemekhane başkanıydı, biz o zamanlar 7 veya 8 e gidiyorsak, o belki lise 3 teki ikinci yılındaydı. yüzü jiletle traş etme fiilini babamdan sonra ilk onda görmüştüm. ben sakal traşını dünyada bi tek babam yapıyor zannederdim. böyle olunca onu da babam sanıp gittim kucağına oturd... yok lan bu o hikaye değildi.

içeri girdiğimde babamı sıvazlıyordu…

biz feci korku belasıyla birlikte dayıoğluyla yemekhaneye girdik yine bi gün. o gün gündüzden yaptığımız keşifler neticesinde aşçının osmanlı şerbeti yaptığını tespit ettik. gece millet yatınca götün götün yemekhaneye girdik. osmanlı şerbetinin yapıldığı kazanın başına geldik, allahım ne utanç verici bişey, kapağı açtık, avucumuzla şerbet içiyoruz. yaş küçük, boy kısa, tencerenin kapağını tam da açmıyoruz ki farkedilmeyelim. Ulan oraya kadar girmişsin daha neyin tırsmalarındaysak değil mi balon jojecim. ben şerbete elimle tecavüzü bitirdim, sıra dayıoğlunda... kapağın bi kenarını kaldırmışız, benim kuzen benden kısa o zaman, şimdilerde kilise direği gibi olduğuna bakmayın, neyse sıra dayıoğlunda ama benim eller şerbetin şiresinden dolayı kayganlaşmış, dayıoğlu kafasını tencerenin içine doğru uzatmış haldeyken ben kapağı baya bildiğin bir hidrojen bombası patlatma efektiyle (bildiğin?) düşürdüm. önce kaymaya başlamıştı, gidişini gördüm fakat engel olamadım. kapak yere düştü. yemekhane yıkıldı sandım amk. dayıoğlu toparlandı hemen, ben tek olsam sabaha kadar orda kalırdım lan. dayıoğlu toparlandı ama sikmişim öyle toparlanma olmaz olsun. Dur bak anlatacam. ben zaten paniklemişim, o anda imkanım olsa, kendimi bıçaklayıp karnımı bağırsağımı ortaya dökerim ki nöbetçi hoca beni yakaladığında bana acısın da bişey demesin. falan filan gibi geliyor bu muhabbet ama valla bak aklıma gelmedi değil böyle ayrıntılar.

dayıoğlu tuttu kolumdan, hadi olm acil çıkmamız lazım diyor. ana kapıdan çıkamayız, mecburen mutfağın dışa açılan kapısına bitişik pencereden atlayacaz, sonra yangın merdivenleriden geri yatakhane katına gidecez, camı tıklatıp içeri girecez. bunu kurmuş kafasında. bana bişeyler dedi ama allah şahidim hiçbir şey anlamadım. açtı camı atladı amk. ben zaten dumurum, üstüne bi de kuzenim camı açmış bana -fısıltı denemez ama fısıltının bağırma şekli ile- "hadi lan" deyip camdan aşağı atlıyor.

bebedeki cesarete gel amk. iki metreden fazla var o pencerenin yüksekliği. abartmıyorum, şöyle bi ses olayı oldu.

gıcırt (farzedin ki camı açıyor)
+headieey leağn
gurp!! (yere gömüldüğü an)

ıııaaaaağğğğıııhıhıhüüü (ses kısık başladı ama son evrede mahalleyi yıkıyor pezevenk)

üst katlardan birinin penceresinden hoca cama çıktı, kuzene sesleniyor, ben de korkumdan yemekhanenin camını kapattım, içerde saklandım amk. hoca kuzenin yanına iniyor, bakıyor en yakın kattaki yemekhane camı kapalı, bir üstü kapalı, onun üstündeki cam açık, zannediyor ki teey 3. kattan atlamış, "intihar günah lan" deyip sağlam bi dövüyor bunu. ama konumuz bu değil. konumuz kadim bir dostu yıllar sonra görmem.

ben içeride saklanmışken, o ara yemekhaneye karanlıkta kaçak göçek biri daha girdi. ben onu görüyorum ama onun beni görmesi için ışığı yakması lazım.(onu yapamaz zaten, maça yemez.) gitti tencerenin başına, kapağa baktı, tencereye baktı, kapağa baktı, kollarını sıvadı, avuçlayarak şerbet içmeye başladı. baktım bizim kafadan birisi, arkasından sessizce yanaştım, bi baktım, bizim karizmatik, seksi, adonisli başkan amk. kıpırdamıyorum ben görmesin diye.

insanda oluyor lan bu his. bazen araba sürerken yolu karıştırıp bulmaya çalışırken iyice kaybolmuşsak, müziği kısıp etrafı tekrar dikkatlice süzüyoruz. sessiz olunca görünmez oluyoruz ya hani. ama konumuz görünmemek değil, görmek.

arkasını döndü ama bi çığlık da o bastı. dibi düştü amk. cin sandı herhalde. iki metre arkasında bi insan karaltısı ayağının teki havada sessizce kendine bakıyor.

neyse o gece bitti ve biz başkanla birden acayip sıkı kanka olduk. bizi her bokun içine sokardı amk. kuzeni sigaraya başlattı. bize batak oynamayı falan öğretti. 52 yi benim dolapta saklardık. başkanın sigarası kuzenin dolabında dururdu. başkan gerçekten korkulacak biriymiş lan bak şimdi kafama tak etti, bi gün bunun dolabında bir çıta bal görmüştüm. kilerden biz ekmek pekmez falan aşırırken adam gitmiş petek balı dolaba hicret ettirmiş. petek bal, elbise dolabı, petek bal? elbise dolabı?

konumuza dönecek olursak, bizim bu tosbaa başkanı gördüm lan bugün. gözümün önüne geldi o günler. kızı var bi tane, bi de onun küçüğü oğlu. 2014 model passat almış. vergi müfettişiymiş. karizmayı kest dedim, ben senin dolabında petek bal gördüm lan. sen benim hangi vergimi müfettiş edebilirsin ki?

(bkz: o da demiş ki işte o balyanço benim)

talihsizlikleri fırsata çevirme içgüdüsü

geçen sene doğu gezisine çıktık abimle.
aylardan temmuz. ortalık savaş alanı gibi. buğudan yolu göremiyoruz, o derece yani. hele doğu memleketlerinde sıcak, daha bi ebesiken hal alıyor.

neyse gezdik birkaç şehri, bize dediler ki bitlis e de uğrayın. biz de uğrayak bari dedik. Zaten abimin bir arkadaşı da var orada. şehre girmemize 10 km falan kala bir yerde durup üstümüzü değiştirdik. eşyalar bagajda tabi. ben de o zamanlar ekşideki hesapta estiriyorum, gözüm her daim telefonda. üstümü değiştirirken bile telefona bakıyorum. Bagajın kenarına yasladım telefonu, bir yandan gömlek falan giyiyorum.
nasıl olduysa ben telefonu orda unuttum amk. daha doğrusu unutmuşum.
üst değiştirme faslı bitti, ben fotoğraf makinesini falan aldım, bagajın kapağını kapattım. fakat o da ne. kapanmıyor. kaldırıp bi daha vurdum, yok. son kez bi daha denedim, yine olmadı. o sırada abim geldi. “dur amk tek elinle ne bok yemeye uğraşıyon bagajla” deyip iki eliyle gömdü kapağı. yok amk. kapanmıyor. lan dedik bi' şey sıkışmış olmasın. kapağı bi kaldırdık ki benim tel orda garip garip bakıyor.
ananıskyiim diye elime aldım telefonu, telefon baya eğilmiş haa. yani 180 derece yatay olması gereken telefon, olmuş sana 175 derece. baktım bi' şey yok haspada. biraz ekranın kıyısı kararmış, ondan gayri sapasağlam.
ta bu olaydan anlamalıydım ağa ben cenabetliği.
neyse girdik bitlise, oturduk bi lokantaya, büryan söyledik, bekliyoruz. o sırada iki yan masamız hariç her taraf boş. zaten dükkan da g.t kadar bi' şey. o masada da iki tane kız oturuyor. onlar da şehrin yabancısı belli. ulan birini gözüme kestirdim. bakışıyoruz falan. ayaküstü büryan bokuna manita yapcam yani.
espri falan yapınca gülüyoruz, ben bunu kesiyorum, duyduğu zaman bazen o da gülüyor.

beni bi ergenlik aldı o an. dedim şu telefon hikayesini burada kullanırım ben. çünkü ne demiştik, talihsizlikler aslında birer fırsat olabilirdi.

çıkardım teli, anlatıyorum bir yandan, şöyle oldu da böyle oldu da derken abimin arkadaşı yok yaaau falan deyince uzattım teli buna. tam uzatırken elimden bi kay sen, git cuppadanak sürahinin içine düş. bi baktım telefonun içinden kabarcıklar falan çıkıyor, telefon birazdan oksijensizlikten gidecek. ya allah deyi kolumu sıvadım, elimi soktum sürahiye. soktum lakin sürahinin ağzı dar, elim girmiyor. baya bi cebelleştim ama pes etmiyor götveren.

o sırada bende ampul yandı amk. amkduğumun ampulü. akla gel, sürahiyi havaya doğru sallayacam, telefon sudan daha ağır olduğu için merkezkaç ile daha çok yol alacak ve sürahiden fırlayacak. ben de havada yakalayıp öpüp koklayacam, sonra kırmızı vosvosu güneşe doğru sürecem falan.

tabi yapmadım bunu. naptım, abilerim buyrun su için dedim, bardakları doldurdum. yan masadakiler de gülüyor. boş durmayın yau, siz de için dedim, onların bardakları da doldurdum. bildiğin telefon aromalı su ikram ettim lan kestiğim kıza. sevdiğim için bunu bile yaparım ben. deli seviyorum işte. naparsın.

kodumun garsonu sürahiyi tam doldurmuş. ulan millet mars a çıktı, biz daha sürahiden su içiyoruz. hazır su götürmemiş oraya hükümet. bi de artistlik yapıyor hizmet gitti diye. neyse.

sürahi yarı oldu ama benim telefonun da beti benzi atmış, çatlıyor, yırtınıyor yokuşu çıkmak için, hey sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin, rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur. burulur ama işte telefon gümleyecek az kaldı.

koştum dükkanın önüne, suyu faşst diye serptim. faşist diye serpmek isterdim ama sürahide diksiyon sıfır amk. “garsun bize pohmir” diyip duruyor itne.

telefonuma, cancağızıma, biricik ekşi hesabıma koştum. paçalarından bitlis akan telefonumu bastım bağrıma. kuruladım, elbiselerini değiştirdim. bakmadım ama çıplak haline. girdim lokantaya, telefonu binbir zorlukla açtım. açma kapama tuşu bozuk ibnenin. açıldı ki eneee!! mesaj gelmiş. telefona bak amk. boğulurken bile aveayla fingirdeşmiş. te allam yareppim diyerekten gülümsedim. çarpık, sapsarı ve eksik dişlerimin ortaya çıkmasından korkup geri ciddileştim. Çünküm halen aklımda yan masadaki müstakbel manita vardı.

hemen oturdum masaya, abi dedim, benim numarayı bi arayın tam çalışıyor mu bi bakalım dedim. abim arayacaktı ki elini tuttum, anladı davayı. misafiri olduğumuz abiye, kızlar da duysun diye bağıra bağıra telefon numaramı verdim. (telefon numaramı verdim diye niye belirtiyorsam sanki amk, sosyal güvenlik numaramı mı verecektim sanki. peh. boş ve gereksiz bir adamım vesselam)

abi aradı, çaldı telefon.

o akşam yola tekrar çıktık, dönerken arabayı ben kullanıyordum. daha bitlis i çıkmadan mesaj geldi. abime göz ettim, açtı telefonu, büryancıdaki kız mesaj atmış:

"telefonun nasıl oldu, iyi mi, bi halini hatrını sorayım dedim, ihihi"

abim: ulan pezevenk bitliste yarım saatte kız yaptın lan diye gülerek haykırdı. o gazla bi de omzuma sağlam bi yumruk vurdu.

ben de bi anda direksiyon hâkimiyetini kaybettim. sekiz takla attık. yeşilçam duyarlılığımdan dolayı, kaza sonrası kör oldum. ameliyatla geri tamir ettirdim gözlerimi. gözlerim açılınca da beni tedavi eden doktora aşık oldum. şimdi mutluyuz necmiyle.

herşey o kadar üst üste geldi ki, ekşi hesabımı bitlis belediyesine bağışladım. buraya gelip taytsiz götveren diye nik aldım, krallar gibi karşılandım. niye öyle oldu ben de anlamadım. sonra o nikten vazgeçtim.

artık bir ibne olduğumu kabullenmeliydim, içimi olduğu gibi dökebileceğim bir nik almalıydım. hemen koşup oytun diye nik aldım. ondan da vazgeçtim. tamam ibneydim, ama o kadar da götüm başım ayrı oynamıyordu.

ulan o değil de bitliste beş minare diye geldik, götü boklu bitlise bak sen, sarışına aşık etti, göbekli kele vardım. neyse. vardır bi hayır. bu yazıyı da kocam necmi'nin teyzesinin kızının bi arkadaşının hesabından yazdım. çok iyi bi çocuk kendisi. necmi de ben de çok hoşlaşıyoruz.

aşk adı altında yapılan sikimsonik hareketler

kankalık, arkadaşlık belli bir dozu aşınca artık saygı kurallarına gerek kalmaz, o zaten birbirini sevmeyen, tanımayan insanların arasında anlaşmazlık çıkmasın diye vardır bence.(yaptığım saygısızlıklara kılıf tamam, geçelim konuya) Zaten imam gazzali de bu noktaya değinmiş. “muhabbet kokusunun estiği bağda fetvaya mahal kalmaz” demiş. Şimdi mesela benim üç beş tane samimi arkadaşım var. Bu adamların her şeylerine hakimim. Mesela bunlardan birisi baya bi romantik. Geçen dükkanda duruyorum, bi baktım, bi tane kırmızı bir kutu. Ama kumaştan böyle, hani olur ya hediye için tasarlanmış kadife kumaş kaplamalı ahşap kutular. Onlardan var. Anlamazdan geldim ilk başta. Uygun bir zaman kolladım. Arkadaş toptancıya gidince de vira bismillah deyip yumuldum kutuya. Bi açtım ki böyle fon kartonundan bir rulo, kurdeleyle bağlı falan. Aha dedim otman, yedin babayı. Yakaladım senin kirli çıkıları.

Açtım ki ne göreyim, şimdi olayı betim etmek(fiil deniyorum lan) gerekirse:
Kırmızı bi fon kartonu düşünün, bu karton zemin. Onun üstüne böyle değişik renklerde kalp şeklinde falan birsürü notlar iliştirilmiş:
“kocacım”
“sen benim her şeyimsin”
“Sensiz ben yaşayamam ki”
“başımı yastığa koyduğum her an, düğün gecemizin hayalini kuruyorum”(ıyyk ben o yastığı apış arama alıyordum.)
“bunu birlikte okuyacağız: seni seviyorum” (zekaya gel amk. Adamlar bildiğin tırtıl çıktı lan.)

Şimdi ben şok oldum tabi. Nasıl olmayayım ki? Bizim bebeyi yıllardır tanırım. Bi yazımda da bahsetmiştim, kitap falan yazdı diye, hah işte o çocuk. Şimdi çocuğa bakıyorum, dokuz yıldır içtiğimiz el ele mideye gidiyor, sıçtığımız kol kola aski ye gidiyor. Bebede böyle bi siktiriboktan eser ilk defa gördüm. Ulan dedim o kadar yazınsal yeteneğin var, kıza yaza yaza bunu mu yazdın, bi de pano falan yapmış, sanki duvara asacak, kreş terk ibne falan diye söylenirken gözüme “kocacım” ibaresi takıldı. Eneee. Jeton o zaman dingg etti. Meğer kız bizim bebeye yazmış bunları. Çok zeki hissettim kendimi. Hani kocacım yazmış ya, ordan ulaştım gerçeklere. Hayır kızı da en aşağı dört yıldır falan tanıyorum. Dışarıdan gayet de insan gibi görünüyordu. Bilsem bu teraneyi, osmanı bundan ayırmak için osmana götümü verip video ya alır, cd yi de kıza postalardım. O derece fedakar da biriyimdir. Öhöm. Sırf bebeyi ondan kurtarmak için valla. Merhaba ben pembe şkp. Peheh.

Sonra tabi beni bi efkar sardı. insanlığın akıbetini neyim düşündüm...

Gittim bi çiğköfte aldım, nar ekşisi sıktırmadım. 80 gram çiğköfte, üç dört yaprak aysberg doğrattım, limon gezdirttim üstüne, sardırıp bide şalgam aldım yanına, bi dikişte içtim şalgamı, sonra ğğğğaaaarrrkk diye bi geğirdim. Yok lan bu o değildi. Dur.( Şalgam bana yasak zaten, mide varıl gürül bu ara.)
Gittim oturdum 50. Yıl parkına, elimde çayım da vardı zaten.(çiğköfte falan yok haa) Düşündüm amk. Bizim bebe salak falan değil, zeki birisi. Kız biraz salak ama olsun. Sorun değil, aşk onların üstünü kapatır. Kapatır da böyle aşk mı olur amk.

Ulan kocaman insanlarsınız ikinizde. Birinin yaşı 26, diğerinin yaşı 24. Daha neyin panosunu oluşturuyorsun ki. Gerzek itneler.

Ben zaten buna şaşırıyorum. Bu bizim kız milletinde var bi bokluk. (şimdi doğruya doğru ey kız cemaat, kızmayın öyle de dinleyin.) arkadaş dediğim, kardeş dediğim adamlar külhanbeyi takılıyor yıllarca. Erkekliğin kitabını yazanlar var ha aralarında. Hepsi gayet edepli, seviyeli, birikimli, özgür düşünceli insanlar. Sonra bunlar hatun yapıyor, halen sorun yok, güzel güzel takılıyorlar kafalarınca, buraya kadar her şey ideal geliyor, bi yerden sonra zottiriğe bağlıyorlar.

Niye? Noluyor?
El cevap: Evlilik muhabbeti giriyor devri devranımıza. Bu dakikadan sonra durum tam bir epic fail videosu. Basitlikten kanalizasyonlarda sürünüyor artık zeka pırıltıları. Size ibretlik birkaç örnek verip hepinizi kızlardan nefret ettirecem. Artık birbirimizi sikecez, göte para vermeyecez.

Örnek verdiğim olaylarda yalanım varsa aha şu içi kahve dolu kupa götüme girsin, çıkması nasip olmasın(zaten şekeri fazla olmuş içemiyorum, bari bi işe yarasın)
*olaya gel olaya:
arkadaş araba kullanırken mesaj geldi, oku bakalım neymiş dedi, okudum, kızdan geliyor.
bana dedi ki şöyle şöyle cevap yaz, ben de adam gibi yazdım yolladım. Cevap geldi “bricik sahibim, nye boş mesj atıyosn. Aramz ktü mü. Neye kzdıysan özr dlerim”
noluyo lan dedim, hani ben mesajlaşan biri değilim ya, bebeye de ulan bi mesajı atamadı götveren dedirtmemek adına, tuttum bi daha gönderdim aynı mesajı. Dakkasında çaldı telefon. Dur bi dakaaa. pause ***

Aklıma ne takıldı bak. Kızın tavrı gördün değil mi. Diyor ki neye kızdın, aramız kötü mü? Neye kızdıysan özür dilerim.

Çok çirkef çok. Ne hata yaptıysam falan demiyor ha, neye kızdıysan diyor. Ulan kadınlar var ya sübjektifliği kanırtıyorlar resmen. Kız lafı öyle bir söylüyor ki, kendinde hiçbir hata yok, olsa olsa erkek kendi kafasınca kızmıştır yine bir şeylere. Ha kızımız da anlayışlı ve idare eden taraf oluyor bu arada. Özür diliyor ve eline tonla kozu alıyor. Artık ilişkiye emek veren de o olur, idare eden, katlanan da o olur.

Rec<< // play >***

Kız anında aradı. Noluyo lan dedim bebeye, ne yazdın sen lan dedi, ben de sen ne dediysen yazdım, kız boş geldi deyince ben de tekrar attım, olm valla küfür falan etmedim lan diye kendimi savunuyordum ki bebe açıkladı olayı: hitap çiçekli böcekli olmayınca boş sayıyormuş bunlar. Aklınızın sapını sikeyim emi both of you, except yenge. Steel mirror. Subject locked.
Bu ne menem bişeydir abicim ablacım balon joje cim ya?
O kelimeleri diyebileceğimiz birini aramıyor muyuz bir ömür boyunca? E bu kadar basitleştirmek niyedir ya? Daha başka neyimiz var ki oradan ileri? Bir kişiyi bitanen yaptıktan sonraki hedefin nedir ki? Basit bişey değil ki o. Yok çünkü bunun ötesi. Bir ömrünü adadığın kişiyle artık anlamlarını yitirmeye mahkum kelimelerle mi konuşacaksın. Ne zaman yoğun şekilde hissedersen o zaman kur bu tarz cümleleri. Neyse amaaan siktiret be. Ben mi düzeltecem bu kadar boka batmış ilişkileri. Baştan samimi olacaksın abi. Kendin olacaksın. Tabi önce sen bi kendin olacaksın. Sırf birine özendiği için, sırf ayrıldığı sevgilisini unutmak için, hatta ve hatta, sırf eski sevgilisi başka biriyle çıkıyor diye altta kalmamak için sevgili edinenlerin ortamı artık buralar. Ben ne diyorum ki amk. Lan ben, ayrıldığı bebe başka bi kız yapmadan önce ben yapmalıyım ki ona muhtaç olmadığımı, onun gibilere kalmadığımı ispat etmeliyim kafasını yaşayarak sevgili arayan kızlar gördüm. Lar eki fazla. Bi tane gördüm o ayarda bi kevaşeyi.
Neydi mesele? Mesaj atarken aşkım balım denilmezse boş saylanan mesajlardı. Annadık değil mi burayı. Şimdi soru çözmeden diğer üniteye geçiyorum. Siz evde çözer gelirsiniz, yarın bakarız cevaplara.

* şimdi sırada, alemi ervahın kalantor sikiklerinden başka bir arkadaşımın, ne çeşit olduğunu halen anlayamadığım kız arkadaşının yediği bok var. buna da arabada şahit oldum.

Çocuk telefonunu arabada bırakıp bi eşya almaya gitti. Mesaj sesi geldi, bi dakka falan geçti, tekrar mesaj geldi. Yarım dakka sonra tekrar. Sonra iyice zıvanadan çıktı. Devamlı gelmeye başladı mesaj. Kız bildiğin mesajla orkestra kurdu amk. Ben de içimden kuruyorum, diyorum kız kudurdu heralde, aha şimdiki mesajda bebeyi soydu, aha pantolon da indi, aha kendi bluzunu da attı, kopça kemer derken sırtı duvara dayadı dedim… flapp… bizim eleman geldi, yani arabaya geldi. O sırada telefon horon tepiyor yan kolçakta.
Çocuk telefonu açtı, mesajlara bakıyor, ben de o sırada ufaktan daşşak sarıyorum bebeye.
-olm senin kız olmuş lan artık
*ne diyon lan ipnetor, ne olması
- olm iki dakka gittin, kızdan kıvılcım çıktı lan resmen. istersen seni kızın işyerine bırakıyım ben?
*yok olm bi tane mesaj var
-siktir lan pezevenk
*aha, al bak.
Harbiden de haklı bebe. Kız mal deyneği amk. Oğlan cevabı geciktirirse cevap gelene kadar aynı mesajı atıyormuş. Kafasını siktiğim. Bunda except flan yok. Bu yenge hakediyor.
*ilk gecemizde hiçbirşey yapmayalım, yatağımızın üstüne oturup eski resimlerimize bakalım, sonra da ne hissettiğimizi yazıp birbirimize verelim.(gel gel, sikmediğin üst damağım kaldı, orayı da sik).

hayatı bir iş olarak algılamak

Ben aktif olarak çalışan, ve de çalışmayı seven birisiyim. Çalışarak kendimi medite ederim, sıkıntılarımdan kurtulur, arınırım. ama japonistanlı salaklarda olduğu gibi emperyalizmin gönüllü kölesi değilim tabi ki. Bizim iktisatçı bi bebe anlatmıştı, her sabah, el ele tutuşup, daha güzel çalışmak ve firmayı daha ilerilere taşımak için and içiyorlarmış. O gün için rekor hedefler koyuyorlarmış kendilerine. Mal deyneği olmak böyle bişey herhalde.

Bırakalım mal deyneğini tokmağını da dediğime odaklanalım, ben çalışarak motive ve medite oluyorum arkadaş. Hani derler ya sevdiğin işi yapacaksın diye, bende o biraz değişik şekilde var. Benim, sevdiğim işi yapmama gerek yok, yaptığım işi severim zaten ben.

Mesela arapça mı öğretecem, o işiseverim. Kendimi bir öğretmen olarak hazırlarım hayata. Sabah öğretmen gibi kalkar, tv yi öğretmen gibi izlerim. Moda kolay girerim yani. Adaptasyon sıkıntısı yaşadığım bir zaman ve mekan olmadı şimdiye kadar.

işin sırrı herşeyi “iş” olarak görmekte. Mesela size bir örnek: (bunu size Adriana lima bile söylemez. Gerçi Adriana bizden kimseye hiçbirşey söylemez ama olsun, maksat onu da cümle içinde kullanarak efektif dadluluk oluşturmak. Aklınıza bi an o karı (karı?, peheh) gelsin yeter. Tabi bu kıyak erkeklere oldu, kızlarımız da bu zaman dilimi içinde justin tumberlake i düşünsünler. Ergen kızlarımız her zaman olduğu gibi neydi o malın adı: justin bieber ı, ergen oğlancıklarımız ise otuzbir malzemesi olarak ajdar ı düşünsünler amk. Peheh. Ulan benim bu daldan dala atlamalarım başıma bi iş açacak birgün ama neyse.

Dönelim konumuza, mesela kıza mı açılacaksınız, heyecandan g.tünüzden oksijen alıp kulaklarınızdan fosfat olarak mı veriyorsunuz,
iş görüşmesinde, beş tane kel antropoz ibnenin sizinle taşak kebabı yapması sizde baskı mı oluşturuyor,

Haluk bilginer in karşısında g.tünüzün başınızın özerklik ilan edip Avrupa birliği uyum sürecine zarar verdiği o kritik anlarda 1 milyonluk ödülü cukkalamak mı istiyorsunuz!

Fırsat ayağınıza kadar geldi. Yapacağınız iş şu: olaya bir iş gözüyle bakacaksınız. Rahatlığı hissedeceksiniz.

Kendinize bazı kelimeler kodlayın.

Mesela benim korktuğum şeylerden birisi, bir işi tam yapamamaktır. Ben bunu “oo tastamam olmuş” diyerek yenerim. “tastamam” kelimesini tekrar ederim. Bu bir nevi kapalı devre psikolojik destek olur size.

Siz de aynısını yapın, mesela kıza açılma mevzusunda: o “böyle” sevecek beni deyin, (“böyle” derken nah işareti falan yapmadım lan yanlış anlamayın)
Mülakatta, benden iyisi şamda kayısı amk un pezevengi deyin. Küfür etmek önemli, çünkü zaten bir ömür o adama söveceksin. Alsa da söveceksin almasa da. En iyisi peşinen söv ki rahat rahat işi alasın.
Kim milyoner olmak ister de ise: yedirmezler olum diyeceksiniz. Böylece moraliniz bozulacak ve kazanamayacaksınız. Müstehak size amk. Onu da kazanmayıverin. Nolcek sankim.

Bu “herşeyi iş olarak görme hedesini (ulan bu "hede" kelimesini ben kullanınca bile irrite edici oluyor, icat edeni emile zola s.ksin) hayatta da deneyin. Herşeye iş gözüyle bakın. Rahat olun biraz. Ama iş olarak bakın derken hayatın tadını çıkarmayın demiyorum. Tadını her zerresine, iliğine kemiğine kadar çıkarın. işinizi benimseyin. işiniz yaşamak, ve siz ne kadar eğlenceli çalışırsanız o kadar güzel geçecek bu hayat. Eau de toilette!!! (anlamını boşverin, çok güzel bişey, bende kalsın o da.)

sözlük yazarlarının itirafları

ben bugün acayip bir şey fark ettim sözlük. benim çok erdemli, üstün, karakterli arkadaşlarım var lan.
valla bak. adam sekiz yıllık arkadaşım, adamın her bokunu gördüm.
süleymancı yurdunun çatısında sigara içerken kırağı sebebiyle kayıp, kazan dairesinin çatısına düştüğünü de gördüm,
yine aynı çatıda çiftleşen iki kuşa attığı taşın dönüp kendi kafasına geldiğini de götümü ayıra ayıra izledim,
osuruğunu 3 saniye yaktığına da şahit oldum
su içme iddiasına girip 14. bardakta üstüme kustuğunu da gördüm,
tabi mezkur fiilden ötürü bilahere dalağını s...erek cezai infaz yaptım ama olsun.

bu gözler gördü böyle şeyleri.
şimdi ben bu adamı nasıl önemseyebilirim ki?
yarın bir gün kitap bassa, platona nazariye yazsa ben bunu nasıl ipleyim ki?
sorun da aslında bu işte...

yakınımızdaki insanları genelde beğenmiyoruz.
insani hatalarını gördüğümüz kimseler gözümüzde basitleşiveriyor. biz çok üstünüz ya anuna koyyim.
hep ağzımızda aynı terane:
"sen bi de onu bana sor"
"dışı seni içi beni yakar"
falan filan...

lan arkadaş karşındaki de insan be.
en nihayetinde bir insan. basit ihtiyaçları, içgüdüleri, korkuları ve aşağılık yanları olan bir insan.
zayıf yaratılışta. güdüleri var. sinirlerinin bir sınırı var.
Napolyon pezevengi işini biliyormuş.
bir liderden bahsedildiğini duyunca, "bir de karısına sorun bakalım" demiş.
aşağılamanın en kolay yolu. kaç tane taşaklı adam gördüysek genelinin yanında yakınında "yeaabizoadamınaslınıastarınıcemaziyelevvelinibiliriz" frekansından takılan itnelere de şahit oluruz.

yazının götü başı dağıldı ama anladınız siz mevzuyu.
olm anlayışlı olun lan biraz.
mesela burnunuzu karıştırırken aynaya bakın, ya da aynaya bakarken burnunuzu karıştırın. Fark etmez, denedim ikisi de aynı oluyor. Ama mesela aynayı karıştırırken burnuna bakınca olmuyor.
Neyse işte bakın, bakın ve o ilkel varlığı görün.
O hırt sizsiniz. Peki bu görüntü garibinize gidiyor mu: nayn!!
kimse bakmazken "taşaklar ile göt arasındaki o muhteşem aralığı" kaşıyorsun ya hani.
hah işte o an yüzünün ve genel olarak o tipinin resmini getir gözünün önüne,
evet evet, barışıksın değil mi o halinle. barışıksın. doğru da yapıyorsun. adamsın.
tüm bunları yaparken 20 dakika sonra cebeci kampüsünde keynesyen iktisadın 3. dünya ülkelerinde neden olduğu rezonal etkiyi tartışıyorsun,
dtcf kampüsünde komün oluşturup 'kızlı-erkekli' politik-etik parçalamalar yapıyorsun.

hah işte sen bunları yapıyorsun ama ben konuyu nereye bağlayacağımı unuttum amk.
Dur dur aklıma geldi, sen bu iki ayrı dünyayı birlikte götürüyorsun ya hani, işte yakın arkadaşların seni sikine takmıyor.

Yahu size samimi olacağım, konunun aslı şu:(siktir edin yukarıda okuduğunuz her şeyi)
bu yukarıda bahsettiğim yavşak, bi tane kitap yazdıydı.
ben de yazarken götümle güle güle elemanı elimden geldiğince rezil ettiydim yakın çevreme bu kitabı ve bizim otmanı.
geçen bi telefon geldi, bu bebeyi sordular, ben de adamı salladım,
bi hafta sonra tekrar aradı adam. yine salladım ama işkillendim bi yandan da.
aradım bu malı sordum olm ne ayak lan bu adam diye,
regülatör müymüş animatör müymüş editör müymüş öyle bişeymiş.
kitap taslağında etraflıca bir değişiklikle birlikte basmayı kabul etmiş.
e diyeceksiniz ki seni niye aradılar? orası ayrı bir olay.
bizim fukara piç, kontörlü hattına güvenemediği için benim numarayı vermiş taslağı yolladığı yayınevlerine.
bana da söylemeyi unutmuş bu numara olayını.

sonuç olarak bizim elemanla gurur duydum lan.
bugün taslağı okudum baya da sağlam yazmış.
benim tasvirlerimi ve esprilerimi de kullanmış ama olsun.
basılınca 10 tane ulusözlük için alır, 10 şanslı yazara hediye ederim.
benimle arayı iyi tutun olm bence.
bebe Nobel neyim alırsa imzalı kitabı var onun bende diye kız tavlarsınız.
köfteler sizi.

not:
ilk satırı okudum da aslında çok mal başlamışım yazıya.
erdemle kitap yazmanın ne alakası var amk.
bugün tonla geri zekalı andaval kitap yazıyor, dimi yani...

son bir betimleme:
bir kitap 22 ayşe kulinci (çok pis laf sokarım) binlerce de avanak.
tepinip duruyorsunuz lan.
alın , kültürlenin.