bugün

siyonist yahudi ingiliz işbirlikçi tarihçiler ve ülkemizdeki uzantıları tarafından yoğun şekilde cumhuriyet döneminde pompalanmaya çalışılan iftiralardır. maksat ülkemizdeki müslümanları özbenliğinden, gelenek göreneğinden ve dininden koparamaya çalışmaktır.

http://gercktarih.blogspo...lanclk.html?view=flipcard
osmanlıda eşcinselliğin yaygınlığı bir iftira değildir. bunla ilgili minyatürler vardır.

işte ecdadınız gurur duyun!
https://upload.wikimedia....picting_Homosexuality.jpg
(bkz: padişahlar esrar içerdi) bu hangi sınıfa giriyor?
Valla muhteşem yüzyıla bakarsak Haremden çıkmayan pezvnk padişahları barındırmış. .
--------

Bir millet ecdadına, ceddine, yaşadığı toprakları borçlu olduğu geçmişine acaba niye küfreder, bir millet geçmişine acaba niye söver diye hiç düşündünüz mü?

Arifan Dergisi yazarlarından tarihçi Kemal Arkun, olayın farklı bir boyutunu gündeme taşıdı. Arkun’un yazısından bazı bölümleri sizin için sitemize alıntıladık.

Arkun’un yazısından anlaşıldığına göre Ecdadımız OSMANLI’ya 2 sebepten ötürü iftira ediliyor.
1- MiLLETiN ECDADI iLE BAĞINI KOPARARAK, iSLAM VE DEVLET BÜTÜNLEŞMESiNiN ÖNÜNE GEÇMEK
2- YANLIŞ KAYNAKLARDAN BiLGi EDiNMEK

Bakın, Osmanlı’nın 700. Yıl kutlamasına katılan eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel 4-8 Ekim tarihleri arasında yapılan XIII. Türk Tarih kongresinde ne diyor:
“Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Osmanlı kötülendi. Bunun bir sebebi vardı. Din kuralları ile idare edilen bir devletin yerine, Batı hukukunun esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devleti oturtmak, sağlamlaştırmak için böyle yapılmak mecburiyeti vardı. Artık Cumhuriyet oturdu. Tehlike kalmadı. Hala Osmanlı’yı kötülemenin bir manası da kalmadı. Bunun kimseye faydası yok..”

Kemal Arkun, hanedan mensubu rahmetli Fethi Sami Bey’den dinlediği bir hadiseyi şöyle naklediyor:

Fethi Sami bey 1992 yılında kendi istekleri ile yurt dışına çıkarlar. Babası Sami Bey, bir Osmanlı zabiti. Avrupa’da iken, Türkiye’de hanedan mensuplarına çok ağır suçlamaların yapıldığını üzüntüyle takip ederler.

Kırklı yıllarda zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rütü Aras bir toplantı için Almanya’ya gider. Sami Bey, aynı zamanda sınıf arkadaşı olan ve kendisini çok yakından tanıyan Tevfik Rüştü bey’i bir toplantıda yakalayıp herkesin duyabileceği tonda bir sesle şöyle der:
“Tevfik Rüştü Bey, sen benim çocukluk arkadaşımsın. Beni ve menzup olduğum hanedanı çok yakından tanırsın. Herkesin huzurnda sana soruyorum: Ben ve babam hain miydi, dayım Sultan Vahidettin hain miydi?

T. Rüştü şöyle cevap verir:
“Haşa, haşa, sümme haşa! Ne siz hainsiniz, ne de diğer hanedan mensupları. Asırlarca Türk Milletine hizmet etmiş çok değerli bir hanedansınız. Ancak şunu unutuyorsun Sami Bey. Biz bunları söylemeyip sizi methetseydik, bize demeyecekler miydi ‘Bunlar madem bu kadar iyi insanlardı, niçin yurt dıına sürgüne gönderdiniz? Niçin yeni bir devlet kurdunuz? Özür dilerm, yeni devleti kabul ettirebilmek için bunları söylemek zorundayız.

OSMANLI EDEBi!
Hanedan mensupları bunun farkında olduklarından ömürleri boyunca Türkiye Cumhuriyetinin aleyhine en ufak bir faaliyette bulunmadılar. Bu konuda bir itiraf da M. kemal’den gelecekti.

Tarihçi Murat Bardakçı’nın “Şahbaba”da verdiği şu vesika konuyu aydınlatması açısından önemlidir:

Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Suat Bey’in ‘Vahdettin’in füc’eten vefat ettiği şimdi haber alınmıştır’ yazan telgrafı Ankara’ya geldiği sırada, M. kemal Adanadaydı. Telgraf hemen Adana’ya ulaştırıldı. Haberi işiten M. kemal şöyle dedi: “Çok namuslu bir adam öldü… isteseydi Topkapı’nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki…”

O ZAMAN iÇKi iFTiRASI MODAYDI
Her dönemin kendine ait alt etme metodları vardır. O dönemde de “içki içmek” büyük bir argümandı ve kullanıyorlardı. Hani zina iftirası pek tutmazdı. Çünkü cariyelerin olması, Padişahların zevcelerinin çok olabilmesi vs. nedeniyle bu iftiralar tutmazdı. içki ya da vatana ihanet ile suçluyorlardı.

iÇKi KATi HARAM iKEN PADiŞAH NASIL iÇMiŞ!
Bu gün çok sıradan insanlar, El-Maide suresi 90. Ayeti kerimesinde:
“Ey inananlar içki, kumar, tapınılmak için dikilen taşlar (putlar) fal okları ancak şeytan işinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz” ayeti kerimesiyle içkinin kesinlikle haram kılındığını bilip içki içmezken, hayatlarını islamiyet’i yaymak uğrunda sarf etmiş, dünyanın dört bir yanında camiler, medreseler ve sayısız hayır eserleri inşa etmiş, dindarlıkları ve gösterdikleri kerametlerle menkıbe kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda dünyadaki bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı padişahları içki içecek kadar zayıf iradeli olduğuna nasıl inanılır?

BiZLER DAHA MI ÜSTÜNÜZ?
Osmanlı Sultanlarının bir alim ve mutasavvıf olduklarını yine bilmeyen yoktur. Daha çocuk iken aldıkları ilim ve tasavvuf dersleri ile maddi ve manevi her alanda zirvede olan insanlardır.
Bizler, sıradan müslümanlar olarak, Osmanlı padişahlarının aldıkları ilmin onda birine bile sahip değilken, tasavvuf terbiyesi ve edep sınırlarını olmadığı, bahsi geçen bütün günahların alenen işlendiği ve işleyenlerin ayıplanmadığı şu ortamda bile günah işlemekten sakınırken, korkarken ve kendimizi muhafaza edebiliyorken, o yüce insanlara böyle günahları isnat etmek muhakkak ki zırvanın zirvesidir.

OSMANLIYA YÖNELiŞi ÖNLEMEK iÇiN!
Kur’an ile bütünleşen ve şeriat ile yönetilen bir imparatorluğun fetihleri, başarıları, toprakların büyüklüğüne rağmen huzur ve ferahın hakim olması elbette ki bir merak konusu olacak, insanlar araştırdıklarında ise gerçeklere ulaşacaklardır. Bulacakları gerçeklerden Birincisi Devletin islam ile yönetilmesi, ikincisi ise Ehli Sünnet tasavvuf ahlakı olacaktır.

Osmanlı Sultanları, Ehli Sünnete karşı olan inançlar ile savaşmışlar. Çünkü biliyorlardı ki bunlar ancak fitneye sebep olur. Bölünmelere, parçalanmalara nihayetinde Ümmetin dağılmasına sebep olur. Ve o yüce insanlar bu uğurda gecesini gündüzüne katmış, ömürlerini at sırtında geçirmişler.

Bu gün gelinen nokt yani ümmetin dağınıklığı da işte bu “sapık fikirler”den ve ehli sünnetin terk edilişinden kaynaklanmıyor mu?

SALDIRILAR DEVAM EDECEK
Bu gün, yarın, diğer gün kimi zaman bir yazar, kimi zaman bir sinema, kimi zaman bir dizi ile bu saldırılara, iftiralara devam edecekler. Bilinçaltında “bir şüphe” yeşertmeleri bile onlar için büyük bir kardır. Sistemin devam edebilmesi, geriye dönüş hayallerinin yok edilmesi, Şeriat-devlet isteklerinin bitirilmesi için saldırılar devam edecek. O halde biz de Allah dostu ecdadımıza sahip çıkmakta gevşeklik yapmayalım.

-----------

https://www.youtube.com/watch?v=5c7qMStf1E4
iftira falan değil, söylediğimiz her şeyin kanıtı var. oğlancılık, kardeş katli, kölelik, osmanlı'da bunlar hep oldu.
Bu başlıkta Osmanlı hanedanından gelme bazı padişahların cinsel tercihlerini ve davranışlarını göreceğiz.

Yavuz Sultan Selim, 1514 teki Çaldıran Seferi sırasında Şah ismail’i savaş meydanında yendikten sonra, oralarda gördüğü 14-15 yaşında bir oğlan çocuğuna da diz çöküp ilanı-ı aşk etmiştir.

Fatih Sultan Mehmet, Patrik Natruras’tan oğlunu kendisine istemiştir.

Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar,
(Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt 114.s., Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207.s, Çağatay Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda Karşıt Düşünce ve idam Edilenler kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabında)

“Padişah yakınlarında bulunan ve iç sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe ile kapatılırdı“ ve bunu islam hukukunda şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı;

“Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabbemret denilir”.

Cevdet Paşa kendi ifadelerine dikkat buyurunuz:

“istanbul’da bizim delikanlı sevgililerimiz vardı”

“Tanzimat sosyal hayatta birçok değişiklikler getirdi ve erkeğin yerini kadın aldı”

“Ve bazı kişiler bu huylarından vazgeçmediler, gizli gizli erkek sevgilileriyle bir arada oldular.

Bunların en başında gelen Sadrazam Ali Paşa’ydı,” diyor. Hatta cümlesi şöyle geçiyor:

“Bu cihetle Ali Paşa’nın dairesi mesarifi şehriyye (yani aylık) üç dört bin altına vardı ve Ali nam çare bu delikanlısının mesarifi ( yani sevgilisinin masrafları ) efendiden bir ademin hanesini kibarane surette idare edebilirdi” diyor.

Padişahlar cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı
(Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 1, S:114)

Fatih sıkı bir oğlancıydı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)

4. Murat'a annesi oğlan bulurdu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)

Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel hareminde bulunan ve cinsel ilişkide olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü ( St. Shaw, 1, S:203)

3. Murat'ın 130 çocuğu vardı (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:43)

3. Murat'ın annesi bulabildiği kadar oğluna günde bir bakire kız veriyordu (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)

3. Murat, annesinin bulduğu iki cariye ile ilişkiye giremeyince, annesi büyü yapıldı sandı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:161-162)

Padişah 1. Ahmet beşikteki öz kızını sadrazamla evlendirdi (Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine, Cilt 2, S:587)

Paşa ibrahim, kızını 4 yaşında evlendirdi (Padişahın kadınları ve kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S:63)

Padişah 3. Ahmet 5 yaşındaki kızını sokakta görüp beğendiği daha sonra da sadrazam yaptığı Ali Paşa'ya verdi (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:289)

Osmanlılar, Karaman kadınlarına tecavüz ettiler (Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Aşıkpaşaoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, S:40)

Sultan 4. Ahmet'in 700'den fazla cariyesi vardı (Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları, S:244)

600 küsur yıl cihan devleti, şerri devleti olduklarını iddia eden Osmanlı hanedanının sapkınlıkları ortadadır.

OSMANLILARDA MÜZiK VE MUTFAK KÜLTÜRÜ

Osmanlı hanedanının Türk’lükten ne denli uzaklaştığını mutfak ve müzik kültürüne bakınca apaçık ortadadır.

Osmanlının mutfak kültürü orta Asya ’dan çok farklıdır. Osmanlıda zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı Bizans mutfağıdır. (M.Rauf inan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.)

Türk musikisi, sanat müziği denilen şey Bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. (Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.)

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE OSMANLI

Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.

"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"

diye haykırıyordu.

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler.

Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır: "Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle ittifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....

Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu.

işte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk generali itilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; "Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali."( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, istanbul, 1971, s.24, 25.)

işte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk’e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği istanbul'dadır.

Atatürk de bir hatırasını şöyle anlatıyor:

”Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü, s.19).

Atatürk Halifeliği kaldırarak egemenliği gerçek sahibine, ulusa armağan etmiştir.

Atatürk hilafeti kaldırarak islamiyet’e uygun davrandı aslında. Peygamberin sözü “ Benden sonra hilafet 30 sene devam edecek” nitekim aslında Hz. Hasan’ın hilafetiyle bu iş bitmiştir, Osmanlı neden devam ettirmiştir? Osmanlının çoktan beri kaldırması geren Hilafeti Mustafa Kemal Atatürk kaldırmıştır.

Atatürk “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlının reddi mirası temelinde kurduk”.

Hazırlayan ve Derleyen: Mete Biricik ( istanbul, Temmuz 2012)
abdulhamid gibi büyük akıllı zeki hayatını osmanlıya adamış bir adamı

karılarla yiyip içip sarhoş olurdu diye gösterenler

en ağır iftiracılardır.
Söylediklerinin kanıtı varmış!

Kanıt kim? Papanın tarihçisi kardinal mişhel...

Kanıt kim? Mezhepçi şahın tarihçisi abuzer...

Oğlancılık varmış? Kanıt kim? Avusturyalı bir katolik papazın yaptığı minyatürler.

Kardeş veya evlat katli varmış! inkar eden var mı? Yok... O çağda bunları yaşayan tek toplum ve iktidar osmanlılar veya hanedan değildi. Her krallıkta ve devlette yaşanmış hadiselerdi. Ki devletin zayıflaması da kardeş katlinin son bulmasıyla başlamıştır.

Neyse konuyu açıklamaya gerek yok. Devir o devirdi yaşandı bitti.

Lakin tarihsiz atasız vatansız kansız oropsu çocukları kıskançlıklarından kafayı yesin klavyesini veya telefonunu kırsın! Osmanlı Türk tarihinin en ihtişamlı devletiydi.
ayrıca 600 yıllık ecdadımızı daha yeni yeni oluşan ibnelikle düşüremezsiniz

ulan siz türksünüz lan.
şanlı imparatorluğun 7 cihana hükmetmesi bu dönmelerin götünün kaşınmasına sebep olmuş anlaşılan.
kökü ya siyonist yahudidir özellikle de malum yerden gelen ya da türk islam düşmanı batı gavuru. içerideki kemalist yardakçıları unutur muyuz?

nereye kaçacaksınız yaklaşan günde..?
Osmanlı'nın huzur içinde 600 yıl yaşadığını zannedenleri gösteren başlık.

Siz harbiden manyaksınız.
ilber ortaylı şöyle cevap vermiş.

“Osmanlı Imparatorluğu’nun sarayları ve şaşaası üzerine çok söz söylenir. Geçmişi karalamak isteyenlerin saray müsrifliği ve harem masallarını dillendirmeleri abartılmış yaklaşımlardır. Okul kitaplarında “Maliyenin iflası ve saraylar” gibi anlatımlar ne kadar geçerlidir. Yurttaşlarımız, son on yılda Avrupa’nın ve Rusya’nın başkentlerini gezmeye başladıktan ve buradaki saray ve kasırları gördükten sonra mukayeseyi daha iyi yapmaktadır; 19. yüzyılın Osmanlı devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek ölçüde mütevazıdır. Topkapı Sarayı, Fransızların, Rusların devasa saraylarına nazaran çok çok küçük kalır. Ancak sarayımız hoş bahçeleri, enfes mimarisi ve etkileyici konumu ile güzeldir ve sarayımızda kimilerinin sandığı gibi abartılı lüks bir hayat ve israf söz konusu değildir.

Osmanlı cemiyetinde ne vezirlerin ne de diğer yöneticilerin hususi konakları pek parlaktır. Hatta Müslüman olsun Hıristiyan olsun, ruhani reisler için de aynı durum söz konusudur. Hiçbir zaman Rum ve Ermeni patriklerinin Vatikan’daki papa gibi muhteşem yazlık veya kışlık saraylarının bulunması mümkün değildir. Vezirlerin aynı şekilde zengin bir konağa, saraya sahip olmadığı görülür. Hatta padişah için de bu böyledir. Bütün asırları, bütün mekanları büyüleyen Süleymaniye gibi bir eseri yaptıran Kanunî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı’ndan çıkmayı düşünmemiştir. Yani ünlü Mimar Sinan’a büyük, süslü bir saray yaptırmak söz konusu olmamıştır.

O koca Imparatorluğun müreffeh başvezirleri Damat Rüstem Paşa ve onun haleflerinden uzun süre vezir-i azamlık yapan Damat (veya Şehit) Sokullu Mehmed Paşa veya onun haleflerinden Damat Siyavuş Paşa’nın da ünlü bir sarayı veya konağı yoktur.”

ilber Ortaylı, Osmanlı Sarayında Hayat, Yitik Hazine Yayınları, Istanbul 2008, sayfa 32, 33.
-----------

YILDIRIM BAYEZiD iÇKi iÇTi VE iNTiHAR MI ETTi?

Bursa’da Ulu Câmi’yi yapan, Emir Sultan Buhari’nin kayınpederi olan ve islâm’a aykırı işlere mânî olmadıklarından dolayı bazı kadıları cezalandırmaya kalkışan Yıldırım Bayezid’in, bir içki müptelâsı olduğu aslâ iddiâ edilemez. Ayrıca Molla Fenâri veya Emir Sultan’ın, içki içtiği için Yıldırım Bayezid’in şahitliğini kabul etmediği iddiası da doğru değildir.
YILDIRIM BAYEZiD iÇKi iÇTi VE iNTiHAR MI ETTi?
FATiH'iN iÇKi iÇTiĞi DOĞRU MU?
IV. MURAD SEFiH VE iÇKiCi MiYDi?
I. iBRAHiM DELi MiYDi?
ABDÜLAZiZ iNTiHAR MI ETTi?
II. ABDÜLHAMiD KIZIL SULTAN MI?
VAHiDÜDDiN VATAN HAiNi Mi?
BALTACI MEHMED'iN KATERiNA'YLA iLiŞKiSi OLDU MU?
MATBAANIN GECiKMESiNDE DiNiN VE BAĞNAZLIĞIN ETKiSi NEDiR?
OSMANLI iLiM VE TEKNOLOJiDE BATIDAN GERi Mi KALDI?YILDIRIM BAYEZiD iÇKi iÇTi VE iNTiHAR MI ETTi? FATiH'iN iÇKi iÇTiĞi DOĞRU MU? IV. MURAD SEFiH VE iÇKiCi MiYDi? I. iBRAHiM DELi MiYDi? ABDÜLAZiZ iNTiHAR MI ETTi? II. ABDÜLHAMiD KIZIL SULTAN MI? VAHiDÜDDiN VATAN HAiNi Mi? BALTACI MEHMED'iN KATERiNA'YLA iLiŞKiSi OLDU MU? MATBAANIN GECiKMESiNDE DiNiN VE BAĞNAZLIĞIN ETKiSi NEDiR? OSMANLI iLiM VE TEKNOLOJiDE BATIDAN GERi Mi KALDI?
Belki Molla Fenâri’nin, bir konuda şâhitliği arzu edilen Yıldırım’ın, cemaatle namazı terk etmesinden dolayı şâhitliğini kabul etmediği doğrudur; o da bunun üzerine cemaatle namazı terk etmemek için sarayının yanına yeni bir câmi inşâ ettirmiştir. Ancak, Yıldırım Bayezid devrinde işin biraz gevşediğini kaynaklar kaydetmiştir; lâkin bu, onun içki içtiğini göstermez.

Hattâ bazı kaynaklar, Bayezid’in Sırp Kralı Lazar’ın kızı Marya (Despina) ile evlendikten sonra, bu kadının Müslüman olmaması veya başka sebeplerle, az bir süre için de olsa içki kullandığını ifade etmektedir. Ne zaman içki içmeye başladığı belli değildir; fakat hemen tövbe ederek Ulu Câmi’yi inşaya başladığı ise, yine kaynaklar tarafından açıklanmaktadır. Şâyet geçici süre içki içmiş olsa bile, bu günahı açıktan yaptığını ve içkili sofralar düzenlediğini söylemek söz konusu olamaz. Şer’an içtiğinin ispatı da hemen hemen mümkün değildir.

Yıldırım’ın intiharı iddiâsı ise, muteber yerli ve yabancı kaynaklarda yer almamaktadır. Sadece, Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivâyetleri zorlama yorumlara tâbî tutarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirmesinden sonra mesele alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve ismail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu iddiânın tamamen yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koymuşlardır.(1)

FATiH'iN iÇKi iÇTiĞi DOĞRU MU?

Fatih’le alâkalı iddiaların hiçbir güvenilir kaynakta yeri yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) övdüğü bir devlet adamına, bu nevî iftirâ ve isnatları hiçbir delile dayanmadan seslendirmek ise, belli çevrelerin kasıtlı yayınları olarak değerlendirilmelidir.

Mevcut Osmanlı ve hatta Bizans tarihlerinin hiçbirinde, Fatih’in içki içtiğine dair yazılı belge sayılabilecek bir bilgi bulunmamaktadır. Yalnızca, Fatih’in şiirlerinde geçen bazı tabirleri, istanbul’un fethinden dolayı gururları incinen bazı Batılı tarihçilerin kendilerine göre yorumları vardır. Fatih, Avnî mahlasıyla yazdığı şiirlerde, kadından ve şaraptan bahsetmiştir; ancak bunlar, divan edebiyatımızdaki mecaz ve istiare gibi kurallar çerçevesinde söylenmiştir ve özel mânâlar taşımaktadır. Divan edebiyatını bilenlerin hiçbiri 500 yıl boyunca, bu şiirlere bakarak Fatih’e böyle bir iftirada bulunmamıştır. Fatih, yazdığı gazellerde kullandığı şarap ve benzeri kelimelere, ince remizler, mecâzî mânâ ve mazmunlar yüklerken, bir gün gelip de birtakım araştırma ve ilim özürlü insanların bu kelimelere gayr-ı meşru anlamlar yükleyeceklerini tahmin bile edemezdi. Onun şarabı Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş’ın ve Hacı Bayram’ın kasîdesinde demlenmektedir ve ilâhî aşkın mest eden şarabıdır.(2)

IV. MURAD SEFiH VE iÇKiCi MiYDi?

IV. Murad’ın sefâhat içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiçbir temel tarih kitabında böyle bir şeye rastlanmamıştır. IV. Murad ve diğer padişahların gayr-ı meşru kadınlarla beraber olmaya ihtiyaçları yoktu. Zirâ, teserrî dediğimiz câriyelerle, meşrû dairede hayat yaşamaları her zaman mümkündü. Nitekim IV. Murad’ın, Ayşe Sultan isimli bir hanımı ve karı-koca hayatı yaşadığı yedi sekiz de cariyesi olduğu nakledilmektedir. IV. Murat’ın açıktan içki kullandığına dair rivayetler de kesin doğru değildir. Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve sarhoş olduğu söylenemez. içki düşmanı olan bir padişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur. Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimal dâhilinde görüyoruz. Gizlice içse dâhi, bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz.(3)

I. iBRAHiM DELi MiYDi?

I. ibrahim’in buhranlı bir hayatı bulunduğu ve kendisinin mütevâzı, sâde-dil, hırs ve gururdan uzak, elmas yürekli hassas bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktir. I. Mustafa’ya söylenen, hafif akıllılık gibi tâbirler, bu sultan için hiç kullanılmamıştır. Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır. Muteber Osmanlı kaynaklarında, onun için deli lakabı kullanılmamaktadır. Sadece, son zamanlarda kaleme alınan bazı kaynaklar, ısrarla bu lakabı ön plana çıkarmaktadırlar. Halbuki, onun devletin askerî, mâlî, adlî ve idârî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnat edilen bu sıfatı yalanlayan yeterli bir delildir. Bütün bunlara rağmen, I. ibrahim’in tahta çıktığı zaman hasta olduğu kesindir.

Kaynaklar, onun zaman zaman hafakanlar içinde kaldığını ve yüreğinin sıkıldığını ifade etmektedirler. Devrin şartları göz önüne alındığında, Sultan ibrahim’in muhakemesinde ve idrak melekelerinde bir bozukluk olmadığını uzmanlar belirtmektedirler. Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin oturmayışı ve sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir.

Uzmanların tespitine göre rahatsızlığı, anksiyete bozukluğu denilen nevroz türünde bir hastalıktır; Psikotik ve deli değildir. Zâten hekimler de, elem-i asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu da yaygın anksieteden başkası değildir. Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır.(4)

ABDÜLAZiZ iNTiHAR MI ETTi?

Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa ve arkadaşlarının işledikleri bir cinayettir. Zirâ, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra, yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.” Diğer taraftan, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’ân ve kânunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, aslâ bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alel acele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır.

Hüseyin Avni paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir. O dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (A. Cevdet Paşa ve Mahmud Kemal gibi) ve olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının kanaati de olayın cinâyet olduğu yönündedir. Kısaca, ingilizlerin kuklası olan Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve avareleri, kendi emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, ingilizlerin tahrikiyle şehit etmişlerdir.(5)

II. ABDÜLHAMiD KIZIL SULTAN MI?

Doğuda Ermeni terörünün şiddetlenmesi üzerine Sultan II. Abdülhamid, merkezi Erzincan’da bulunan IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’yı, bunu durdurmak üzere görevlendirmiş ve teröristlere aman vermeyen paşanın bu hareketi Avrupa basınının pâdişah aleyhine kampanya başlatmasına sebep olmuştu ki; Fransız Akademisi üyesi Tarihçi Kont Albert Vandal’ın, onun hakkında ilk defa "Le Sultan Rouge” lakabını kullanması sürpriz sayılmamıştı. Maalesef, ittihatçılar bu tâbiri “Kızıl Sultan” diye tercüme ederek, Ermenilerle birlikte Abdülhamid’i kötülemeye başlayacaklardı.

ittihatçıların, Ermeni kâtili diye Abdülhamit’i ithâm etmeleri ve onu Kızıl Sultan diye karalamaları, ne yazık ki sonraki devrin ders kitaplarına kadar yansıyacaktı. Oysa Abdülhamit, saltanatı boyunca, bazı tarihçilerin iddiâlarının aksine, Çırağan Baskını gibi fiili durumlar hâriç, muhaliflerine aslâ îdam cezası (Mithat Paşa gibi) vermemiştir. 31 Mart olayında 1. Orduya, Rumeli’den gelen çapulcuları durdurmak için, kardeş kanı akar korkusuyla talimat dâhi vermekten kaçınmıştır.(6)

VAHiDÜDDiN VATAN HAiNi Mi?

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Sultan Vahidüddin’in şahsiyetiyle ilgili yapılan değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Düşman toplarının Saraya çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutan vâsıtasıyla, bağımsızlık tohumlarının yeniden yeşertilmesi için harcamışlardır.

Sadrazam Damad Ferid, Mustafa Kemal Paşa’yı padişaha götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Harbiye Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu ve hânedânı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da; pâdişah önemli olanın vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. işte bu şartlar altında, 9. Ordu Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultan Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bandırma vapuruna, Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tespit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir.

Bütün bunlar, Vahidüddin’in emriyle olmuştur. Her türlü masraf, pâdişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmıştır. 1920-1922 tarihleri arasında, fiilen idâre T.B.M.M.’inde olmasına rağmen, Vahidüddin, Kuvâ-yı Milliye ve T.B.M.M. aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Aksine, işgâl kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında, gizlice ve imkânları nisbetinde, onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Dolayısıyla, Sultan Vahidüddin vatan hâini değil; vatanın istiklâli için tâcını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir. Bütün gayretlerine rağmen istanbul’u işgâlden kurtaramayınca, Kuvâ-yı Milliye’ye de köstek olmamıştır. istanbul’u terk ettikten sonra, ingilizler ve italyanlar, onun taşıdığı hilâfet sıfatını Anadolu aleyhine kullanmak istemişlerse de, Sultan Vahidüddin’in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mâni olabilmiştir.(7)

BALTACI MEHMED'iN KATERiNA'YLA iLiŞKiSi OLDU MU?

Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynaklarının (en ayrıntılısı Râşid’in, III. Ahmed devrine 4 cilt ayırdığı meşhur eseridir) hiçbirinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayrı meşru bir ilişkide bulunduğu veya en azından Çar ve hanımı Katerina’nın bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri yazılı değildir. Bilindiği gibi, 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle Petro’nun savaş meydanına gelmeyip uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmişti. Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile karısı aslâ harp meydanına gelmemişti.

Çar, mağlup olacağını anlayınca, başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye göndermiş ve sulh antlaşması yapılmasını arzulamıştı. isveç Kralı Şarl’ın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşâvirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed, çok cazip şartlarla sulh akdi yaparak, muzaffer bir komutan olarak istanbul’a gelmek üzere yola çıkacaktı. Bu arada, padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Dâmad Ali Paşa ve Dârüssa’ade Ağası Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve planlarına pâyitahtta hız vermişlerdi. Paşa, henüz istanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırlamışlardı. ilk planları, Baltacı’nın isveç Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini; zirâ Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde edildiğini ve Çar tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla padişaha anlatmak olmuştu. Taraftarları, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı yakalamamak için bir sebep bulunmadığını da ilave etmişlerdi.
işte bu noktada tarihçi Hammer, Katerina’nın sulh antlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Vezir-i A’zama mektup ilettiğini ifade etmiştir.

Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın aslâ rüşvet almadığını, belki müşâvirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul etmiş olabileceğini kaydetmektedirler. Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerine ile çadırda beraber olduğuna dâir, mûteber Osmanlı kaynaklarında ve çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi; Çar ve hanımının aslâ harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiâların tamamen yalan olduğunu ifade eden beyanlar yer almaktadır. Purut Savaşıyla ilgili yerli ve yabancı bütün kaynakları inceleyerek iki ciltlik bir eser kaleme alan Tarihçi Akdes Nimet Kurat da, bu iddiaların fantastik bir dedikodu/hikâye olduğunu belgeleriyle ortaya koymuştur. Katerina’nın, Purut antlaşmasının imzalanmasındaki rolü inkâr edilemez; fakat bu çadır buluşması ile değil, Katerina’nın akılcı stratejisi ile gerçekleşmiştir. Katerina, Osmanlıların merhametli olup, boyun eğene kılıç çekmelerinin söz konusu olmadığını; şartları aleyhlerine de olsa barış antlaşması teklif edilmesini istemişti.

Baltacı’nın antlaşmayı imzalamasının altında ise, Osmanlıların ikinci Viyana Bozgunu ve akabinde 16 yıl süren savaşların verdiği yılgınlığın büyük etkisi vardı. Paşa, yeniçeri askerine tam olarak güvenememiş, Purut’ta yeniçerilerin yanlış taktiklerle gereken başarıyı gösterememeleri gözünü korkutmuştu. Paşanın bu tutumu, istanbul’da ona karşı bir cephenin oluşmasına sebep olmuş ve rüşvet alıp Rusları saldığı söylentisiyle sadrazamlık makamından azledilerek 1711’de Midilli’ye sürgün edilmesine yol açmıştı. Purut’taki başarısızlığın müsebbibi sayılan Baltacı ise, henüz cepheden dönmeden önce, istanbul’dan gelen haberler üzerine padişahın annesi Ematullah Valide Sultan’a yazdığı mektupta kendisini şöyle savunmuştu: “Düşman elçileri sulh için geldiklerinde: ‘Şevketli kudretli padişah efendimizin kılıcı keskin ve hazinemiz çok, cephanemiz lazım gelenden onbeş kat fazladır, biz cenkten usanmadık’ diye reddettik. Ardından yine gelip: ‘Sizin şeriatınız gereğince aman dileriz’ dediklerinde, ‘tekliflerimizi kabul ederlerse sulh yapalım’ dedik. iki taraftan barışa dâir kağıtlar alınıp verilip, Allah’ın izniyle hem düşmanımıza gâlip gelip ve hem de isteklerimizi kabul ettirdik.

Bu, Şevketli Efendimiz’in kuvvetinin eseridir. Bu sene kâfirler ile savaşıldığı zaman berabere kalınmak dâhi herkesin canına minnetti. Kimsenin hatırına gelmeyen uzun bir cenk yaptık ve bu cenk zaferle sonuçlandı.” Neticede, Baltacı’nın bu büyük fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı Tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Dârüssa'ade Ağası ile yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiçbir tarihçi ve Rus Vekâyi’nâmeleri bile, Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftirâdan ibârettir.(8)

MATBAANIN GECiKMESiNDE DiNiN VE BAĞNAZLIĞIN ETKiSi NEDiR?

Osmanlı Devleti’ne matbaa 1727 yılında değil, daha erken tarihlerde gelmiştir. Müslümanların eserlerini bastıkları ilk resmî matbaanın tarihi 1727’dir. Ancak Yahudiler 1488’den, Ermeniler 1567’den ve Rumlar da 1627’den itibaren matbaalarını kurmuşlardı. Hatta II. Bayezid zamanında 19, Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basılmıştır. Bu kitapların üzerinde, “II. Bayezid’in himâyelerinde basılmıştır” ibâresi yer almaktadır. III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dâir “Usul’ül-Oklidis” kitabının serbestçe satılması için 1588 tarihli fermanla izin ve müsaade vermiştir.

IV. Murad zamanında istanbul’da bir matbaa kurulması için izin istendiğini ve bu iznin verildiğini Mustafa Nuri Paşa kaydederken, Enderun Tarihçisi Atâ da, ilk resmî matbaa teşebbüslerinin IV. Mehmed zamanında başladığını ve ancak neticeye 1727 yılında ulaşıldığını anlatmaktadır. ilk matbaa IV. Mehmed (1648-1687) devrinde, yani ibrahim Müteferrika’nın matbaasından yaklaşık bir asır evvel kurulmuş ve bazı kitaplar da basılmıştır; lâkin harfleri hakkıyla tanzim edilmediğinden devam ettirilememiştir.

Bu bilgiler, Osmanlı padişahlarının matbaa aleyhinde oldukları görüşünü reddetmektedir. O halde, Osmanlı Devleti’ndeki matbaanın değil, belki resmî matbaanın kuruluşunun tarihi 1727’dir. Yoksa matbaa, Avrupa’da Gutenberg tarafından 1455’te kurulan müesseseden 33 yıl sonra Osmanlı ülkesine girmiş ve çok sayıda kitap da basılmıştır. Osmanlı Devleti, gerileme ve duraklama devrine girince, matbaadan yeterince yararlanamamıştır ki; maalesef bu konuda Osmanlı’daki esnaf teşkilatı loncaların ve bunlara bağlı hattatların menfî anlamda rolleri olmuştur. Kont Marsigli, 1727’de istanbul’da 90 bin hattatın bulunduğunu söylemektedir ki; yarısı bile doğru kabul edilse, yine de büyük bir rakamdır. Bunlara bağlı olarak sahaflar, kalemciler, mücellitler, divitçiler ve benzeri esnafın baskısı da, resmî matbaanın gecikmesinde önemli rol oynamıştır. Marsigli’nin şu cümleleri bunu teyit etmektedir: “Gerçekten Türkler, kendi kitaplarını bastırmazlar. Zannedildiği gibi, matbaanın onlar için yasak bir iş olduğundan ileri geldiği kesinlikle doğru değildir.”

Şu halde, matbaanın resmen kurulmasının gecikmesini; pâdişahlara, ulemâya (din adamları) ve dinî taassuba bağlamak yanlış olur. Matbaanın câiz olmadığını iddiâ eden bazı âlimlerin çıkmış olması da mümkündür; fakat aynı hâdise Avrupa’da da yaşanmıştır. Papa Alexsandre VI, 1501’de yayınladığı emirnâmeyle ruhsatsız yayınlanan kitapların yakılmasını emrettiği gibi, Fransız Kralı II. Henri de, ruhsatsız kitap basanları idamla tehdit etmiştir. Matbaanın kurulması için dinen ve aklen hiçbir engelin bulunmadığını açıklayan layiha üzerine, mesele Şeyhülislâm Abdullah Efendi’ye sorulmuş, o da müsbet cevap vermiştir. Bu fetvadan sonra Temmuz 1727 tarihli padişah fermanı çıkmış ve kurulan matbaada ilk olarak 1729’da Vankulu Lügati basılmıştır.

Fermanda şimdilik tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm kitaplarının basılmayacağı da belirtilmiştir. Matbaanın geç gelmesinde ulemanın hiçbir tesiri (bunu ilk ortaya atanlar Karacson ve Szézarnak adlı iki Katolik Macar’dır) olmadığını Niyazi Berkes şöyle izah etmiştir: “Ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş; ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına “takrizler” yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemiştir.”
Zannedildiğinin aksine ulema, bu ve benzeri pek çok yeniliğin girmesinde engelleyici değil, teşvik edici bir rol oynamış ve toplum bünyesinden (loncalar gibi) gelebilecek farklı tepkilerin önünü alıp yumuşatma vazifesi görmüştür. Esasen Müteferrika da ulemadan değil, halkın tepkisinden çekinmiş ve fetva alarak bu tepkiye karşı bir kalkan yapmak istemiştir. Dolayısıyla, ne Şeyhülislâm ve din adamları, ne de pâdişah yasaklayıcı ve engelleyici bir mevkîde yer almamıştır. Müteferrika’nın fetva istediği dilekçe, “Biz tefsir, kelâm ve fıkıh kitapları dışındakileri basmak istiyoruz” şeklinde gelince; fetva ve ferman da ona göre çıkmıştır; yoksa herhangi bir yasaklama kesinlikle mevzu bahis olamaz. Son tahlilde matbaanın geç gelmesi katiyen dinî bir mesele değildir ve bu mesele, teknik, ekonomik ve siyasî problemlerimizden ayrı ele alınamayacağı gibi, içtimaî karakterimize ilişkin kökleri de göz ardı edilemez. Bu hususta en ihatâlı ve isabetli tespitleri Osmanlı Tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa serdetmiştir: “Matbaa yeni bulunmuş bir gezegen gibidir. Bunun ışığı Şarka oldukça geç ulaşmıştır. Çünkü vakit ve hâl; yani dönemin şartları bunu gerektirmiştir. O dönemde matbaa henüz Avrupa’da bile tam olarak kabul görmüş değildi. Hem zaten o zamanlar, Avrupalılar ile pek içli dışlı; ilişkilerimiz yeterince kuvvetli değildi.”(9)

OSMANLI iLiM VE TEKNOLOJiDE BATIDAN GERi Mi KALDI?

Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında; bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri kalmasının müessir olduğu kısmen doğru olmakla birlikte; büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır. Zirâ, Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği nisbette Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şâhit olmaktayız.

Dolayısıyla, bu mevzûda henüz sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Osmanlı’nın Batıdaki gelişmelerin neresinde olduğunu anlamak için şu üç misâl önem arzetmektedir: Telgrafı icad eden Amerikalı Samuel Mors, yaptığı aletin değerini önceleri ne anavatanında ne de Avrupa’da anlayacak kimse bulamamıştı. Çaresiz kalan Mors, Osmanlı’nın ilme ve ilim adamına verdiği kıymeti duyarak şansını bir de istanbul’da denemek istemişti. Nihayet aradığı desteği bulan Mors, cihazın eksik parçalarını tamamladıktan sonra, 1847 yılında saraya telgraf hattı çekmeye muvaffak olacaktır. Bu hizmetten çok memnun kalan Sultan Abdülmecid (1823-1861) Mors’u, elmaslı madalya ve üzerinde kendi imzasının yer aldığı ihtira (patent) belgesiyle taltif ederek; hem ona olan hoşnutluğunu hem de ilme verdiği değeri açıkça gösterecektir.

ikinci misâl, Pastör ve kuduz aşısıyla ilgilidir. Pastör’ün kuduz aşısını keşfedip ilk defa uyguladığında Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid bulunuyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra devlet başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Meselâ Rus Çarı, sadece 2 metre boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti.

Sultan Abdülhamid ise, bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü’nün kurulması amacıyla bir heyet oluşturup Fransa’ya göndermişti. Abdülhamid bununla da kalmamış, enstitüye 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı hediye etmişti. Zikredeceğimiz son misâl, Osmanlı’nın ilk denizaltı gemisiyle alâkalıdır. Lale devrinde, III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnet düğününde tertiplenen şenlikler içerisinde en ilgi çekici olanı, Tersane Başmimarı ibrahim Efendi’nin yaptığı denizaltı ve onun mahâretleri idi. Adeta dev bir timsahı andıran denizaltı, sarayın sahiline yanaşarak ağzını açmış ve içinden ellerinde pilav ve zerde taşıyan adamlar çıkarak padişaha yemek ikram etmişlerdi. Aslında bu, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka bir şey değildi. Dünyada denizaltıcılığın başlaması açısından önemli bir yere sahip olan bu gemi, Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığında, Seyyid Ahmed Vehbi’nin “Surnâme-i Vehbi” isimli eserinde, çizimleriyle beraber kayıtlıdır.(10)

YALANLARIN iDEOLOJiK TORTUSUNDAN KURTULMAK

Tarih, ideolojilerin ve siyasî iktidarların çıkar aleti ve savaş kalkanı olmaktan artık kurtarılmalıdır. insanlığın geleceğini geçici menfaatler uğruna karartmanın değil; daha parlak ve müreffeh bir gelecek inşâ etmenin aracı haline getirilmelidir. Tarihe, siyasî-ideolojik ön yargılar ve art niyetlerle değil; tarih ilminin öngördüğü disiplin ve metod çerçevesinde yaklaşılmalıdır. Ancak böylelikle, tarihî yalanların tuzaklarından sâlimen korunabilir; daha sağlıklı bir tarih bilgisi ve görüşüne kavuşulabilir. Doğrulardan kaçmanın ya da korkmanın zannedildiği gibi fayda değil, telâfisi imkânsız zararlar açtığı âşikârdır. 2000’li yıllarda arzuladığımız yükselişi yakalayabilmenin olmazsa olmazlarından birisinin de, doğru bir tarih bilgisine, anlayışına ve nihâyet geçmişle barışık olmaya bağlı olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu hususta atacağımız ilk âcil adımsa, geleceğimizi tarihî yalanlar üzerine binâ etme ve geçmişle kavgalı olma illetinden bir an evvel kurtulmaktır.(11)

Dipnotlar:
1) Neşrî, Kitâb-ı Cihân-nümâ, Neşr: A. Köymen, F. Unat, c.1, Ank.1987, s.332-333,358-363; Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, ist.1341, s.45,59-60; Solakzâde, Tarih-i Solakzâde, ist.1297, s.51-91; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârih, c.1, ist.1279, s.217; i. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.1, Ank.1982, s.260-323; Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c.2, ist.1983, s.306-352; Ahmed Refik, Kadınlar Saltanatı, c.1, ist.1923, s.22-25; Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ank.1992, s.7-10; Fuad Köprülü, “Yıldırım Bayezid’in intiharı Meselesi”, Belleten, c.7, Sayı:27(1943), s.591-599; Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, ist.1999, s.59-61.
2) Namık Kemal, Evrâk-ı Perişan, Neşr. i. Pala, Ank.1989, s.99-114; Mustafa isen, “Osmanlı Hânedânının Şairliği ve Fâtih”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Sayı:40(1997), s.8-10; Akgündüz,Öztürk, age, s.100.
3) Naima, Tarih-i Naima, c.3, ist.1280, s.213,338,420-421,429-430,449; Peçevî, Tarih, c.2, ist.1281, s.399 vd.; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c.1, ist.1986, s.346-350; Uluçay, age, s.54-56; Akgündüz, Öztürk, age, s.190-191.
4) Naimâ, age, c.4, s.243-244,298-334; Uluçay, “Sultan ibrahim Deli, Hasta mıydı?”, Tarih Dünyası, 15 Temmuz-1 Ağustos, 15 Ağustos-1 Elül 1950, 1 Şubat ve 15 Nisan 1951 Tarihli Sayıları; Sefa Saygılı, “Sultan ibrahim Deli miydi?”, Eğitim Bilim Dergisi, Şubat 1999, s.26-27.
5) Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat, Neşr: i. Miroğlu, c.1, ist.1983, s.116-121; Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, Neşr: C. Baysun, c.4, Ank.1986, s.155-160; Enver Karal, Osmanlı Tarihi, Ank.1988, c.4, s.169-264, c.7, c.255-360; Uzunçarşılı, “Sultan Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi”, s.349-373.
6) Öztuna, age, c.2, s.576-578; Öztuna, Türkiye Tarihi, c.12, s.198; Süleyman Kocabaş, Çarpıtılan Tarihimiz, ist.2000, s.67-77; ismail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, ist.1974, s.41-53; Sina Akşin, 100 Soruda Jön Türkler ittihat ve Terakki, ist.1987, s.139; Akşin, 31 Mart Olayı, ist.1972, s.31; Nazif Tepedelenlioğlu, ilan-ı Hürriyet ve Sultan II. Abdülhamid, ist.1960, s.58; Y. Kenan Necefzade, II. Abdülhamid ve ittihat ve Terakki, ist.1967, s.42; ismail Çolak, “31 Mart Vak’asının Anatomisi”, Anadolu Gençlik Dergisi, Mart 2003, Sayı:38.
7) ilhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, ist.1993, s.77-78; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, ist.1980, s.173-174; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, ist.1973, s.51-53; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, ist.1981, s.408; Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili ingiliz Belgeleri, Ank.1986, s.116; Stanford Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye, c.2, ist.1983, s.497; Mehmet Kafkas, Millî Mücadelede Öncüler, c.1, izmir 1991, s.43-51; Necip Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, ist.1976, s.156-245; Bilal Şimşir, ingiliz Belgelerinde Atatürk, c.1, Ank.1973, s.193; Murad Bardakçı, Şahbaba, ist.1998; Osman Özsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, s.127-148; ismail Çolak, “Tahttan Hacizli Tabuta Vahdeddin”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1997, Sayı:43, s.15-24; ismail Çalık, “Vahdeddin ingiliz Uşağı mıydı?”, Yeni Dünya Dergisi, Mart 2002, Sayı:101, s.46-50.
8) Râşid, Tarih, c.3, s.366-372; Mustafa Nuri Paşa, Netâic’ül-Vuku’ât, Neşr: N. Çağatay, c.3, Ank.1987, s.20-22; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.4, K.1-2, s.83-95,280-285; Münir Aktepe, “Baltacı Mehmed Paşa”, TDViA, c.5, s.35-36; Akgündüz, Öztürk, age, s.210-212.
9) Küçük Çelebizâde, Tarih, c.6, ist.1287, s.470-473; Tayyarzâde Ahmed Atâ, Tarih-i Atâ, c.1, ist.1293, s.157-158; Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.1, ist.1885, s.60-62; Uzunçarşılı, age, c.4, K.1, s.158-162; Mahmud Gündüz, “Matbaanın Tarihçesi ve ilk Kur’ân-ı Kerim Basmaları”, Vakıflar Dergisi, c.12, Ank.1978, s.335-350; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ank.1973, s.53,57; Berkes, “ilk Türk Matbaası Kurucusunun Dinî ve Fikrî Kimliği”, Belleten, c.26, Sayı:104(1962), s.724-736; Akgündüz, Öztürk, age, s.212-214; Mustafa Armağan, “Ah Bir Matbaa Erken Gelseydi!”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Haz.-Tem.2003, Sayı:40.
10) Nak. ibrahim Erdinç Şumnu, “Saklı Tarihten Aktüel Yorumlar”, Zafer Dergisi, Ekim 1988, Sayı: 142, s.24-26; Nezih Özokur, “Çalınan Hazineler”, Zafer Dergisi, Aralık 1987, Sayı: 132, s.11./
11) Bu konuda ayrıca bak. Çalık, “Yalanlar Kıskacındaki Tarih(imiz)”, Yeni Dünya Dergisi, Eylül-Ekim 2001, Sayı:95

-----------
osmanlı torunlarının sikini kaldırır.

başka bi bok olmaz.