bugün

ahmet kural'ın sıla'ya bakışı halt etmiş, kahraman askerim kurşunu yurda dönünce yemiş, lakin kadında yüzük var...

ah ulan.

https://i.hizliresim.com/dmmszbt.jpeg

https://i.hizliresim.com/hqjvbpe.jpeg

https://i.hizliresim.com/8svdwut.jpeg
Bir baltaya sap olamamak.
köpekten korkar mısınız? öyleyse bir köpek gördüğünüzde şunu yapmanız gayet akıllıca. peki hiç, bir köpeğin başını okşadınız mı? soru tuhaf mı geldi?
aslında, hayat bu gibi tuhaflıklarla dolu. ekşi sözlük'te ency nickli yazar, intihar etmemek için geçerli sebepler başlığına "ölüm korkusu" yazdıktan iki sene sonra şunları yazarak intihar etmişti.

hiç parasızlıktan dolayı aç kaldınız mı? buna rağmen "yo hayır, tokum." dediniz mi? bu da mı tuhaf geldi?

söyledim size, hayat tuhaf.

sanırım iki yıl önceydi, uzun zaman sonra evden dışarı çıkmıştım. saldırgan düşüncelerden kurtulmak için meditasyon yapan budist rahiplerin aksiyonsuz geçen onca yıldan sonra "sikeyim meditasyonunu" deyip kavgaya gitmeleri gibi kendimi sokaklara attığım bir gündü. sokakları, kurumuş yapraklar gibi dolaşıyordum. kent meydanı'nda bir çocuğa denk gelmiştim. çocuk bir direğin altında un ufak olmuş yiyecek kırıntılarını yiyordu. yediği şeyler, annemin kuşlar yesin diye balkona silkelediği kırıntılar gibiydi. geçip gidecektim. onun orada olduğunu görüyorduk fakat doğrusu kimse ona bakmak istemiyordu. normalde insanlar bakarken görmezlerdi. şimdiyse görürken bakmıyorduk. bir an durdum ve kendime "bunu neden ben yapmıyorum?" diye sordum. geri döndüm ve kendisine eğilerek yaklaşıp "aç mısın?" diye zekâ dolu bir soru sordum.
"ne diyorum ben ya?" diye düşünerek toparladım:
-- tabii ki açsın. gel birlikte güzel bir kahvaltı edelim, sana bir şeyler ısmarlayayım: kıymalı börek, simit, poğaça... olur mu?

olumlu bir yanıt bekliyordum. fakat o an hiç beklemediğim bir şey oldu. heyecanla ayağa kalktı ve inanılmaz bir ürkeklikle bir anda kendisini geri çekerek ve bir elini "istemiyorum" anlamında iki yana telaşla sallayarak "yo yo yo yo ben doydum, doydum abi ben doydum!" dedi. çocuk bunu yaparken neredeyse düşüp bir yerini sakatlayacaktı. ne kadar ısrar ettimse de gelmedi.
köpek gibi açtı ve tok olduğunu söyledi. güvenemiyordu. ona içimde önleyemediğim bir kızgınlık duydum. yüzüme bi bak! ben güvenilmeyecek birisi miydim?

yo, hayır. işin gerçeği ona kızmaya hiç de hakkım yoktu. ikiyüzlüydüm, çünkü öylece yürürken aslında bunun bir benzerini benim de yaptığımı fark ettim. yani kırıntılarla idare ettiğimi. bir sevgiyi 1 buçuk porsiyon gömebilirdim ama bana sevgilerini ikram eden birilerinden kaçıp ben de kırıntılarla idare ediyordum. asla hiç kimseye kendimi bütün sırlarımla açmıyor, eğleniyormuş gibi yaptığım sahte yakınlıklarla kendimi aldatıyor, hayatı ara sokaklarından dolaşıp herkeslerden kaçıyor, doyduğumu söylüyordum.

yürürken aklıma tam da bu duruma uygun bir hikâye geldi.
"eski bir hikayede, çürümekte olan bir manastırdan bahsedilir. manastır kasvetli bir umutsuzluğun pençesindedir. oradan geçmekte olan bir keşiş kısa bir mola verir ve 'size verilecek bir öğüdüm yoksa da' der, 'mesih'in aranızda olduğunu unutmayın'. keşişler bu açıklamadan dehşete düşerler. günler geçer, bu ifadeler zihinlerinde yankılanır durur. 'içimizden biri mesih'. birbirlerine büyük bir saygı ve nezaketle davranmaya başlarlar, çünkü aralarında insan kılığında bir elçi vardır ve o, sonsuz bir saygıyı hak etmektedir. hayatı yepyeni bir biçimde görmeye başlamalarıyla her şey değişir. manastıra umut ve güzellik hâkim olur."

bu hikâye bize her insanı hızır bilmenin; insanın insana hürmet göstermesiyle, güven duymasıyla neticeleneceğini öğütlüyordu. çünkü saygı ve nezaket güven duymanın ölümüne kankalarıdır. dünyamıza bu yüzden umut ve güzellik değil; karamsarlık, kaçınganlık, çekingenlik hâkim oluyordu. çağımız; her insanı hızır değil, potansiyel orospu çocuğu olarak bildiğimiz bir çağdı ve bu yüzden eksiklerimizi gizleyip güçlü görünmeye çabalıyor, kırıntılarla idare ederken bile "tokum." diyorduk. ezilecek bir çiçek de olsak dikenlerimizi gösterip "ben güçlüyüm, sana ihtiyacım yok." diyorduk. ilişkilerimiz insana saygı üzerine değil, güvensizlik üzerine temelleniyordu. yeni bir insanla merhabalaştığımızda bile hemen oracıkta aklını okuyorduk. muhtemelen bizim hakkımızda ilk düşündüğü şey şuydu: "ben bu herifi nasıl sikerim?" evet, aklındaki bu olmalıydı, yoksa neden bizimle merhabalaşsındı?

her şeyin bu kadar büyük bir güvensizlik üzerine kurulu olması garip, değil mi? sosyal medya aracılığıyla çoğunu gerçekten sevmediğimiz, çoğuna güvenmediğimiz seyircilerimize neşemizden küçük bir an'ımızı gösteriyoruz ve sonra karanlık odalarımıza dönüyoruz. sahnelediğimiz küçücük bir an'da her şey yolundaymış gibi rol kesiyoruz fakat işin gerçeği hepimizin karanlık bir odası var. telefonumuza instagram'da arkadaşımızın paylaştığı çok pahalı x otelinde çekilmiş yaz tatili fotoğraflarının bildirimi gelirken yan komşumuzun odasından evimize "kavga" bildirimi geliyor. yapay ve kimsenin birbirine güvenmediği bir hayatı dışarıdayken normal karşılamamız ve hiçbir şey yokmuş gibi yürümeye devam etmemiz, görüyorken bakmamamız, kafamızı öylece diğer yöne çevirmemiz, işler yolundaymış gibi rol yapmamız, garip değil mi? kafanı çevirme dostum, yokmuş gibi davranma, çünkü o şey hâlâ orada. biliyorum, bu sorular canını sıkıyor. seni cevabı olmayan bir soruyla baş başa bıraktığımın farkındayım. biliyorum, sen de kimseye güvenmiyorsun ve bunun eksikliğini hissediyorsun. işin boktan tarafı bunu şu an okuyup hak vermene rağmen yarın tıraşını olup kaldığın yerden devam edeceksin. çünkü ben de öyle yapacağım.

aslında güvenilecek, can verircesine, candan geçercesine, her şeyini yağma edip, bütün benliğinden geçip, kendinden önce seni düşünen, kendinden önce onu düşündüğün birisinin yüzüne uzun uzun bakmak, omuzlarına yaslanıp ağlamak, "iyi ki varsın" deyip, başını dizlerine koyup, ellerini sımsıkı tutup, son uykunu onun şefkatli dizlerinde uyuyormuşçasına dizlerini karnına çekip öylece kalmak isterken, saçlarını şefkatle okşayan bir el, sanki seni sabah olduğunda bir daha göremeyecekmişçesine ve sen o dostu bir daha bulamayacakmışçasına yüzüne bakmak isterken, içinden şu yeryüzünde on beş dakika birlikte yürümekle sana ömür boyu sadık bir dost olan bir köpppek kadar bile içten bir dost edinemeyeceğine emin olmak boktan değil mi? biliyorum, boktan... güvenmek istiyorsun ama olmuyor, biliyorum. o yüzden yarın da insanlara öyle uzun uzun bakmadan geçip gideceksin. evine döneceksin, gidip aynada kızarmış gözlerine bakarak sessizce yüzünü yıkayacaksın. belki bir şeye sarılacaksın: kedine, yastığına... herhangi bir şeye. üç yastıkla uyuyorum ben de.
ama söylesene! alkol bulamayıp kolonyayı kafana dikmekten, kırıntılarla idare edip "tokum" demekten bir farkı var mı bunun? yok!

şimdi tekrar düşün ve cevap ver bakalım. hiç aç olmana rağmen "tokum" dedin mi? hiç korktuğun şeye çok yaklaştın mı?

demiştim sana, hayat tuhaf diye.

her ne kadar akıllı canlılar olmakla övünsek de seçimlerimiz her zaman rasyonel olamıyor.
bir çocuğa şu soru sorulsaydı:
"biriyle hayat şartlarının zor olduğu bir adaya gideceksin. oraya birlikte gitmek için şu iki kişiden birini seçmek zorundasın: biri, o adayı dört dörtlük bir yer hâline getirebilecek, hayatta kalmanın yollarını bilen, her şeyi senin için halledebilecek, ada şartları hakkında kesinlikle bilgiç ve güçlü bir adam. diğeri ise bu konuda o kadar da becerikli olmayan, hatta aslına bakarsan oldukça sade, sıradan biri: baban. hangisini seçerdin?"
çocuk büyük olasılıkla bütün o irrasyonelliğine rağmen babasını seçecektir. aynı soru bize sorulsaydı muhtemelen biz de yanımızda "sevdiğimiz birisini" isterdik. çünkü sevdiğimiz biri varken rasyonelliğin ta anasını sikeyim.
sanırım sözün tam burasında tuhaf olmasının yanı sıra hayat hakkında eklemem gereken ufak bir şey daha var:
hayat zor. öyleyse hiç olmazsa sevdiğimiz, güven duyduğumuz biriyle yaşanmalıdır. aslında bir kap yemeğe olduğumuz kadar muhtacız buna.

doğuyoruz, çocuk oluyoruz, alışkanlıklar ediniyoruz. ki bilirsiniz, tüm alışkanlıklar çocukluktandır.
büyüyoruz. ayaklarımız sandalyeden yere değmeye başlıyor. bir gün uyandığımızda masadaki lolipopu artık istemediğimizi fark ediyoruz, lolipop tatmin etmiyor. âdeta suda yüzer gibi büyüyoruz. bir gün artık geri yüzemeyecek kadar açıldığımızda kişiliğimiz oturuyor. üzerimize gelen dalgalar her kulaçta biraz daha devleşiyor. büyüyoruz, dalgalar büyüyor. ilginçtir, hayat bütün o sıra dışılığına rağmen sıradanlaşıyor. içimizdeki kızıl canavar her ne kadar zaman zaman kulağımıza "sen mükemmelsin, diğerlerinden farklısın!" diye fısıldasa da buzdolabı kapağını totomuzla kapatabilmek dışında bir süper gücümüzün olmadığını, hatta sevmeye ve sevilmeye muhtaç olacak kadar inanılmaz güçsüz, inanılmaz sıradan biri olduğumuzu kendimize acıyarak fark ediyoruz.

çocuk büyüyor, dalgalar büyüyor.

"yorulmak" diye bir şeyle tanışıyor mesela bir gün. "hmm ilginç yoruluyormuşuz."
"kin duymak" diye bir şeyle tanışıyor bir gün. ilk defa bir şeyden ya da birinden nefret ediyor. sonra bir gün kin güdülecek kadar bile önemli olmadıklarını anlıyor.

çocuk büyüyor, dalgalar büyüyor.

o denizin ortasında bir adım bile yaklaşmaya korktuğu malum canavara öyle bir an geliyor ki koşa koşa yaklaştığını seziyor, tıpış tıpış yürüyor.

derin gerçekleri öyle süslü cümlelerle falan değil, gündelik kelimelerle anlatmak istiyorum bugün.

laf aramızda, çocuk aslında bayağı korkuyor. evet, dümdüz korkuyor.

ölmekten korkuyor.

ve söylemiştim size:

hayat, tuhaflıklarla dolu!..
2013 yılında yenilen kazıgın bugün farkına varılması.
Neyseki benim gibi bir enayi icin sasırılmayacak bir durum. Sıradaki gelsin.
Rahmetli vahit'in anısına:

https://www.uludagsozluk.com/e/46574291/
bomba üretirken bir anda soba yapımına geçmek zorunda kalan ''şakir zümre''
gibi bir değerin tarihin tozlu sayfalarında unutulması.

''türk hava kuvvetleri'nin ve türk kara kuvvetleri'nin ihtiyacı olan ilk silah ve cephaneler, ilk türk denizaltı su bombaları, şakir zümre fabrikası tarafından üretildi.
100 kg, 300 kg, 500 kg, ve 1000 kg’lık uçak bombaları ve çeşitli yangın bombaları bu fabrikada seri olarak üretilmiştir.

türk deniz kuvvetlerinin gereksinimi olan çeşitli boylardaki su bombaları ve cephaneler de fabrikanın seri üretimleri arasındadır. ilk türk denizaltı su bombaları da bu fabrikada üretilmiştir.

şakir zümre fabrikası, yalnızca yurt içi ihtiyacı olan üretimle yetinmeyerek, 1937 yılında yurt dışına, hatta yunanistan’a silah ve cephane ihraç etmiştir.

2. dünya savaşı'nın sonunda, abd'nin yaptığı silah yardımı sebebiyle şakir zümre fabrikaları, silah ve cephane üretimini terk ederek, türkiye’de büyük isim yapacak olan "şakir zümre" marka sobalarını üretmeye başlamıştır.''
-alıntı-
3-4 ay önce almak için çok ısrarcı olduğum bir mal 2 saat önce başka bir kaynakta tekrar karşıma çıktı ve sanıyorum yine kaçırdım..

mal değil, eski sevgilim resmen..
öğrencilik yılları, yurtta kalıp disiplin alında yaşamaktansa kendim gibi 2-3 serseri bir olup ev tuttuk.
rahmetli babam para yolluyor ve evin kirası, okul vs giderler karşılanıyor, ayın 15'ine kadar vezir gibi yaşıyoruz. içkiler manitalar evde alem yapıyoruz. para gelince ayın 15'ine kadar vezir gibi yaşıyoruz, para ayın 15'inden sonra bitince rezil gibi yaşıyoruz ama kimse bilmiyor.

yerden izmarit alıp içtiğim oldu ama bir paket sigarasını masada unutan veya düşüren insana sigaranızı alın dedim, kimseden (ikram hariç) sigara istemedim.
paketim olmamasını öksürük rahatsızlık azaltma bırakmaya çalışma olarak açıkladım.
simit yediğim simitle karnımı doyurduğum günler oldu ama arkadaş akraba (enişteme, dayımlara) ziyarete giderken/çağrıldığımda yolda simit yedim ve yemek saatinin geçmesini bekledim.
kimseden bir şey istemedim, bir insan olarak bizi yaratan allah'a bile bana can ver diyerek doğmadık, bu hayata gelmedik ve hep dua ederim, yaşamak için değil de hayırlı ölüm yaşamam için; kimseye yük olmadan ve kimsenin eline bakmadan ölmek...
öldüğümde inşallah yağmur çamur kar buz don olmaz, mezarımı kazanlar ""ibne tam da ölecek zamanı buldu" der toprak çamur kar don olduğu için, cenazeme katılanlar üstüm başım ayakkabılarım battı der.
ilk sevgilim. ayrıldık. tamamen benim gerizekalılıgım affedersin. o bir hafta abartıyorsam sefersizim bi 200 kere filan aradı. acmadım.
o sırada en samimi erkek arkadasına demis ki:
-kıza bir cicek almak bile kısmet olmamıstı daha. kapısına cicekle gitsem acar mı?

ühü.