bugün

aşağıda betimlenen detaylardır.

kızılay'dan eve dönerken kararan havaya rağmen insanlar balık istifi vaziyette gezintilerini sürdürüyorlardı...
karanfil her zaman ki gibi bin bir farklı insan modeline sahipti,
yol kenarında envai çeşit insan;
akordiyon çalan bir çingene vardı, fakir gibi görünüyordu ama üzerinde son derece pahalı bir kıyafet vardı, çalıntı olabilir diye düşündüm kırmızı akordiyonun sesi kulaklarıma dolarken.
biraz ileride yerlere tablolar sermiş bir işportacıyı süzüyordu gözlerim, güzel, meşhur kopya tablolar...
ama 20 ytl edecek kadar güzel değillerdi !
gözüme takılan kız kulesi resmini düşünüyordum,renklerin canlılığını filan.
20 ytlnin çok olduğunu,
kaç para edeceğini,
kaç para olsa alacağımı düşünüyordum.

elinde kutu efesi gazeteye sarılı vaziyette yudumlamaya çalışan iki sevgili
sarmaş dolaş düşüncelerimin arasından geçiyorlardı.

bankların, ağaçların yanından yerdeki boş su şişesine futbol topu muamelesi yaparak ilerliyordum...

sokak lambası altında kitap okuyan ince boyunlu kadın heykelini geçerken dikkatim birisine yoğunlaştı.
15 metre uzakta
elektrik direğine yaslanmış
çok kısa bir bayana...
çok kısa diyorum
fiziki bir rahatsızlığı mevcuttu
boyu çok kısaydı bu nedenle,
otuz yaşlarına daha bir kaç yılı vardı, belli oluyordu yüzünden.
elektrik direğinin yuvarlak yüzeyine yaslanmış bir şey bekliyordu.hafif bir makyaj vardı gözlerinde, kot ceket giymişti birde,
şirin bir insandı, ama soğuk bakıyordu etrafa.

yaklaştıkça içimdeki burukluk daha da artıyordu.düşünüyorudum,,,
eğer onun yerinde olsaydım hayat ne olurdu benim için,
neler hissederdim?
o kadar sabır var mıydı bende? yok yok ne zor şeydi bu vaziyet!!!
birden bu hüzünlü kızı mutlu etme isteği doğdu içime, gülümsetme isteği...
ama nasıl...

siz çok cesur birisiniz, bu kusurunuza rağmen hayata tutunmanız, azminiz topluma rağmen yaşamaya çalışmanız sahip olmak istediğim azim ve kararlığa büyük bir örnektir,,,
tüm kalbimle sizi kutluyorum...

demek istedim, demek isterdim.

ama kusurunu hatırlatmak, ya da onunla alakalı konularla yaklaşmak zor geldi, üzülebilirdi.
birden gözlerim ayakkabılarına yoğunlaştı
hani ilkokulda siyah iskarpin giyerler çocuklar, ortasında püskülümsü bir uzantısı olanlarından...
büyük bir kararsızlıkla gittim yanına,

-afedersiniz, çok güzel ayakkabılarınız var, kız arkadaşıma hediye almayı düşünüyorum aynılarını nerden bulabilirim, yardımcı olur musunuz ?
--ankara metrosunda bir yerden aldım
-ama cidden çok güzeller, çok yakışmış...teşekkürler, hoşçakalın

aman allahım,,
uzaklaşırken hüzünlü yüzünde ışıltılı bir tebessüm gördüm,,, gülüyordu.

evet evet gülümsüyordu kendi kendine,
beğenilmekten ötürü, takdir edilmekten ötürü, birinin yardım istemesinden veya birine yardım etmekten ötürü gülümsüyordu...

içime büyük, içime sığmayan kocaman bir mutluluk doldu.

biraz daha insan hissettim kendimi...

ulan dedim aslında insan olmak o kadar da zor değilmiş be !!!
- ne kadar amca simit?
+ 25 lira kızım

üstünde biz zamanlar giydigimizde kendimizi moda dergilerinden fırlamış hissettigimiz oduncu gömlegi var, alabildigine kalın yünlü. patavatsızlığım aştı birden içimi;

+ amca sen yanmadın mı o gömlekle?
- napayım kızım atlet mi giyeyim? ayıp olmaz mı millete? yok işte bu var tek.

ahhhh be amcam ahhh be seni bu havada böyle yakanlara seni bu yaşta sokak sokak dolaştıranlara ayıp.
üc yasindayken; sahile vuran dalgalarin siz yetisemeden kiyidaki kovanizi alip derinlere götürmesidir,
yedi yasindayken; yürüyen merdivenlerin sonuna gelindiginin farkedilmemesi üzerine elindeki kocaman dondurmayla beraber yere düsmektir,
on bes yasindayken; hayatinin matematikteki ilk zayif notunu alip haftalarca aileme nasil söyleyecegim diye düsünmektir,
on sekiz yasindayken; üniversiteyi kazanip aileni,evini,dostlarini,sevgilini ve dogup büyüdügün sehrini arkanda birakarak hic bir seyinin olmadigi bir sehre tasinmaktir,
yirmi yasindayken; hayatinin en büyük aski olan insandan hayatinin en büyük kazigini yemis olarak ayrilmaktir,
yirmi üc yasindayken; geriye dönüp cocukluk hayallerine bakmak ve bu hayallerin arasinda 22 yasinda okulu bitirmek,24 yasinda evlenmek, 25 yasinda ilk cocugunu dogurmanin oldugunu hatirlamak ama 25'e merdiven dayadigin su günlerde hic birisine sahip olamadigini bir kez daha farketmektir,
yirmi bes yasinda; 3 yasinda bir kova icin agladigini, 7 yasinda dondurma icin agladigini, 15 yasinda sacma bir not icin haftalarca uykusuz kaldigini hatirlamak , 20 yasinda aslinda degmeyen bir insan icin yillarini verdigini anlamak ve artik bir seyi farketmektir : büyüdügünü...
sabahleyin asker akrabamı gezdirmek için üsküdar'a gittim, kahvaltı yaptık, öğlen kadıköy'e geçtik ve dondurma yiyelim dedik, özsüt'e girdik, bir tabak dondurma 7 ytl, çüş dedim kendime, neyse her gün yemiyoruz ya, misafirim var hem dedim, sineye çektik, 2,5 ytl'ye çay, 4 ytl'ye kola içtik, para işte, elinin kiri.

akşam evden aradılar, gelirken ekmek al diye, markete girdim, benim önümde başı bağlı bir abla, elinde poşet, poşette 2 yumurta, kasiyer 450 bin lira dedi, kadın şaşırdı, 400 değil mi diye sordu, 220 oldu yumurta dedi kasiyer, o zaman kalsın dedi kadın, "o zaman kalsın".

dondum kaldım, bir şey diyemedim, bir şey yapamadım, kadın gitti ve yumurtaları geri koyup sanırım arka kapıdan çıktı, göremedim çünkü, ekmek almak için para uzattığımı hatırlıyorum ama ne uzattım para üstü olarak ne aldım hatırlamıyorum, o anda yerin dibine girmiştim çünkü.

daha önce hiç bu kadar hakarete uğramış, sindirilmiş hissetmedim kendimi. cuma namazına gittiğim için komik olduğumu söyleyen ve inancımla dalga geçenler de oldu, türkçe kelimeler kullanmaya dikkat ettiğim için alay eden de, hepsini sindirdim de bunu sindiremedim.

cumhurbaşkanının eşi başörtülü mü olsun, fularlı mı, toka mı taksın, papyon mu tartışmasının içinde ateşli savunuculardan biri olarak kendimi aşağılanmış hissettim. kadının başındaki neydi, kadın kimdi, orada ne oldu hala anlamış değilim.

şimdi eve geldim ve ağlayarak bu yazıyı yazıyorum, günah çıkarmak istercesine.

bilgisayarın hemen yarım metre yanında televizyon, deniz baykal cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmeyenleri eleştiriyor, benim aklım 20 bin lira yüzünden yumurta almaktan vazgeçen ablada.

allah hepimizin belasını verecek, öncelikle siyasilerin, çok az küfreden bir insan olarak tüm içtenliğimle küfürler ediyorum şu anda, allah hepinizin belasını versin, hepimizin..
ayrılık:

bazen bir lise çocuğu için yatılı hayata başlamak suretiyle evinden ilk defa ayrılmak,

bazen mezun olduğu okuldan anılarını, ilk şaşkınlıklarını, dostluklarını, 17 yaşının tüm masumiyetini bırakmak,

bazen onu çok sevmesine rağmen ağlaya ağlaya sevdiği harhangi birşeyden vazgeçmek,

bazen bir çocuk için çok sevdiği ve uzattığı saçlarını kestirmek,

bazen senede bir kez gelen akrabanın gitme vaktinin geldiğini hissetmek,

bazense size ve çocukluğunuza ait olan herşeyle özdeşleştirdiğiniz büyüğünüzün naaşının toprağa verilişini seyretmektir.

ve ayrılık hayata dair en iç burkan detaydır.*
üniversite 2.sınıftaydım. bahar yarıyılı yeni başlamıştı. mutfak tabiri caizse ''tam takır, kuru bakır.''mutfakta cebimizdeki olmayan parayla ne yiyeceğimizi,ne yapacağımızı, günü nasıl kurtaracağımızı konuşuyorduk.aç olduğumuzdan mütevellit karnımız doyar diye, yemeklerden bahsetmeye başlamıştık. fatih demiştim bir taze fasulye olsa ne güzel giderdi şimdi değil mi?evet demişti evet hem de ne güzel gider be!bu konuşmayı midemizin karnımıza yapıştığı bir anda yapmıştık. gurbette olmanın hüznü de vardı içimizde bir hayli. aradan 10 dakika kadar geçti, geçmedi kapımız çalındı. kapıyı açtığımda karşımda güldüğünü asla göremediğim, bundan dolayı da bizden pek de haz duymadığını zannettiğim karşı komşumuz vardı. elinde bir tencere yemekle çıkagelmişti komşu teyze. teşekkür ettim tencereyi aldım, kapıyı kapadım. mutfağa gidip, tencerenin kapağını açtığımda bir şok daha yaşadım. taze fasulye üzerinde dumanıyla bana bakıyordu.o an için en kalbi duygularla istenen halis niyetlerin gerçekleşmesi vukusu can bulmuştu adeta.o teyzeye ne kadar dua etsek,ne kadar teşekkür etsek azdı. bize gurbette sevgisiyle yapılmış yemekler yedirdi dönem boyu. teyzecim allah senden ebeden razı olsun!
ramazanın son günü yolda yürüyorum. arkadaşlarla buluşup son iftarı beraber yapacağız. hava biraz soğuk. insanlar iftar saatinin verdiği telaş ile koşuşturuyor. ertesi gün bayram olduğundan mıdır, yoksa insanlar bir ay boyunca ibadetini etmiş ondan mıdır bilemem herkesin yüzünde hafif bir tebessüm.

hoşuma gidiyor insanları izleyerek yürümek. cem garipoğlu, terör, ekonomik kriz gibi can sıkıcı haberlerden uzakta yürümek. iftara kalmış 15 dakika. kafamdan hesap yapıyorum 10 dakikaya buluşacağımız restaurant'a gitmiş olurum. önce bir çorba içerim, ardından bir sigara molası veririm. ara sıcak olarak bir börek yerim. ardından da iskender yerim. üstüne de künefeyi çektik mi, ohh mis.

ama o anda gözüme bir görüntü çarpıyor. bir anne tutmuş çocuğunun elinden, çocuğu kısa kollu giymiş. belli ki üşüyor. ben bile üzerimde ceket olmasına rağmen hafiften üşüyorum. çocuğuyla birlikte bir lokantanın camından içeri bakıyorlar. annenin elinde madeni paralar var. merak ediyorum. onlara doğru yürümeye başlıyorum. beni fark etmiyorlar. arkalarında ayakkabılarımı bağlama bahanesi ile eğiliyorum. o esnada çocuğun dediklerini işitiyorum:

+ anne bugün burada yesek olmaz mı?
- oğlum param yetmiyor.
+ ya anne her gün çadırda yiyoruz bugün burada yiyelim. ben tavuk yemek istiyorum.

anne cevap veremiyor. gözleri dolu dolu. bana bakıyor, göz göze geliyoruz. hafiften bir tebessüm ediyorum ve yoluma devam ediyorum. şok halindeyim. bu dünyada ki şanslı azınlık arasında olduğuma şükrediyorum. teyzeye para vermeyi düşünüyorum ama onu incitmekten korkuyorum. bu sırada tam karşımdan çok sevdiğim bir dostum geliyor. telaşlı gözüküyor. selamlaşıyoruz, hal hatır sorduktan sonra arkadaş biraz ezilerek borç para istiyor. uzun yılların verdiği dostluk var. yaklaşık 4 yıldır durumlarının çok kötü olduğunu biliyorum. uzun süredir iş arıyor. sigara alacak parası olmadığını biliyorum. düşünmeden veriyorum. birbirimize iyi bayramlar dileyip ayrılıyoruz.

bir süre yürüyorum. yok, olmuyor. boğazımdan geçmeyecek. rahat edemiyorum. geri dönüyorum. teyzeyi bulacağım. arkasından gidip paranızı düşürdünüz diyerek para vereceğim. çocuk bugün o tavuğu yiyecek. gerekirse tartışacağım. ama çocuğa tavuğu yedireceğim.

aynı lokantanın önündeler hala. çocuk ağlıyor. anne utanıyor. çocuğunu çekmeye çabalıyor. bir şeyler diyor, duymuyorum ama çadırdaki iftar yemeğini kaçırmaktan korktuğunu hissediyorum. o sırada yanlarına biri yaklaşıyor. az önce yolda karşılaştığım arkadaşım. ve o anneye benim verdiğim parayı veriyor. ilk olarak çocuğun gözündeki parlamayı, ardından annenin arkadaşıma sarıldığını görüyorum. arkadaşımla göz göze gelmeden arkama dönüyorum. gözümden bir damla yaş süzülüyor. hala var böyle insanlar diyorum, hala var... ne mutlu bana ki öyle bir insanla dostluk yapabilme şerefine erişmişim. gidiyorum arkadaşlarımla iftar edeceğim restaurant'a... gözümden dökülen yaşlarla...
ben mado da günlüğüm 20 liraya denk çalışırken, gelen insanların 20 ytl lik dondurma sipariş edip, bir kaşık alıp bırakması. allahsızsınız ulan! pis görgüsüzler.
gündüz evde otururken kapının çalması ve 'kim o?' sorusuna tanımadıgınız orta yaşlı bir erkek sesinin 'abla, şu aşağıdaki erikten biraz aldık, haberiniz olsun. hakkınızı helal edin.'demesi. sizin 'helal olsun, helal olsun' demeniz üzerine 'hanım hamile, ona da götüreceğim abla, haberin olsun, helal et.'demesi.

camdan bir bakarsınız, apartman bahçesindeki kıytırık erik ağacından erik aldığı için hellallik isteyen; üstelik bunu hamile eşine götüreceği için hem eşinin, dolayısıyla çocuğunun boğazından haram lokma geçirmemek adına tekrar tekrar söyleyen kişi; orta yaşlı bir belediye temizlik işçisidir. yani çoğu zaman 'çöpçü' denip kimilerince adam yerine konmayan ama adamım diye ortada gezip bir b.k olmayanlardan çok daha adam olandır. gündüzün bir vakti keyfiniz sonuna kadar yerindeyken gözleriniz önce dolar, sonra da 'bu devirde böyle insanlar kaldı mı ya?' demek suretiyle anlamsız bir huzur ve garip buruk bir mutluluk hissedersiniz.
kantinde otururken okulun 70 yaşındaki parkinson hastası hademesinin "çay içer misiniz?" demesi, akabinde salak bir arkadaşın "sen ısmarlarsan olur." demesi üzerine cebinden çıkardığı 1.50 lirayı titreyen elleriyle bize göstererek "bu benim yemek param." demesi.
sokak kedileri. ne zaman görsem yağmur yağdığında ne yaptıklarını düşünür üzülürüm çocukluğumdan beri.
(bkz: sözlük beraber çocukluğuma inelim)
ev arkadaşım hilmi ile eminönü'ne balık ekmek yemeye gittik. bu son bekar gezmemiz olacaktı. 2 hafta sonra hilmi dünya evine girecek ve ben yine bir arkadaşın ''karı kölesi'' olmasıyla yalnız kalacaktım. gelmişken bir arkadaşı da göreyim diye beni kuşçuların olduğu pazara götürdü. girdik içeri. cik cik cik binlerce kuş şakıyıp duruyordu. hilmi kuşçu arkadaşı ile konuşurken bir papağan dikkatimi çekti. limon gibi sarı, çok tatlı, yanaklarının yanında kırmızı allık gibi tüyü olan sultan papağanı idi. kafasını bir sağa bir sola hızlı hızlı çevirip bana bakıyordu. ötüyordu bakarken. iki sevgili gibiydik sanki, bakışlarımız etkiliyordu. pardon dedim bu kuş kaç para?

120 lira diye cevap verdi adam. kafesi, yemi falan hepsi kaça mâl olur dedim. 200 lira ama siz 180 verseniz yeter dedi. hilmi bana baktı. hayırdır alacak mısın lan ? dedi. '' aldım bile, sar abi bunu bana'' dedim. sar deyince ikisi birden güldü.

artık bir kuşum vardı benim. hilmi adını '' limon'' koyalım dedi ama ismi de benim gibi bir şey olmalıydı. adını çapkın koydum. çapkındı artık adı. çok tatlıydı.

hilmi evlendikten sonra koca evde biz çapkınla beraber kaldık. her gün, her akşam konuşuyordum onunla. 1 hafta geçtikten sonra kafesin kapağını açıp odada uçurmaya bile başladım. alışmıştı bana. dostlarım kızmasın ama en iyi dostum oldu kısa zamanda.

sabah 8- 8,5 arası sürekli ötüyordu '' sus be tipini siktimin'' derdim ama sesimi duyunca daha bir coşardı. içine ederdi uykunun. sus be çapkın. sus artık be.

yok , susmazdı işte gıcık.

ne kadar geveze bir kuş olsa da 3 ay geçince iyice alıştım şerefsize. akşam alem yapardım gelip masadaki çerezlerime dalardı.

görsel

bırak beni kuki, ben de içcem der gibi ortama girmek isterdi hep. sonra sonra ona da küçük bir tabak koyup içini yemle doldurdum. beraber takıldık her gece. ulan ne alıştırdı kendine be.

akşam saat 6 olup eve geldiğim zaman, hani anahtarı kapıya sokup açamaya çalıştığım zaman, o 2 tane çat çat diye kilit sesini duyunca ötmeye başlardı. duyardım ayakkabıları çıkarırken. daha kapıyı açmadan kilit sesine öterdi. içeriye girdiğim anda ise tünekte bir sağa bir sola yürüyüp adeta hoş geldin derdi. ulan beni kimse böyle sevmedi be.

ağzımdan su içerdi ya, candan erçetin'in çapkın şarkısını açtığım vakit dünya onun olurdu. kafasını sallayarak müziğe ritim yapardı. öyle de bir güzel sallardı ki, sarhoş kafayla ben de onunla beraber kafamı sallayıp beraber dans ederdik. bi o sallardı bi ben sallardım. gören deli der bize. eğlenirdik cıstlak cıstlak...

1 ay önce ishal oldu çapkın, nazar deydi sanırım. sağdan soldan duyduklarımla internetten okuduklarımla iyileştirdim onu. hatta sözlüğe espiriyle karışık '' kuşum çok hasta, boynu bükük keratanın, eskisi gibi ötmüyor artık '' diye entry bile girdim. çoğu geyik geçiyorum sandı, sikimi kastediyorum sanıp dalga geçti ama gerçekten de hastaydı kuşum işte.

o konuşmayınca, o ötmeyip yaramazlıklar yapmayınca, o uçmayıp soframı karıştırmayınca iyice kötü oldum. meğer ne alıştırmış yaramazlığa kendini. kafesin en altında kabarık bir şekilde onu hasta görmek insana nasıl koyuyor anca hayvan sahibi kişiler anlar ama şükür iyileşti kerata. eskisi gibi anahtar sesine ötüp durdu sonra.

kuş işte, hani kuş kadar canı var diye boşuna denmemiş. hastalığı atlattı derken tekrar ishal oldu 1 hafta önce.
yine boynu büküldü sıpanın. yine sesi soluğu kesildi. yine ötüp sinir etmedi sabahları. sus be tipini siktimin demeyi özler mi insan?

2 günde özlüyor be abim buna inan.

ama ne yapsam bu sefer hastalığı geçmedi. 3. güne girince korkmaya başladım ve apar topar veterinere götürdüm. küçük bir kutunun içinde vardık doktorun yanına. çıkardı kutudan çapkını veteriner aldı eline. elledi göğsünü. elledi ve göğüs kemiği erimiş bunun, yaşama şansı % 5 dedi. ulan nasıl da pat diye söyledi be. insanın boğazı düğümlenir mi küçük bir kuş için. ağlamaklı oldum duyunca. nasıl yani hiç şansı yok mu? yapabileceğiniz hiç bir şey yok mu? dedim. iğne yapalım, bir kaç da ilaç yazayım 2 saat de bir ağzından bir damla verirsiniz dedi ama kurtulması çok zor dedi. yapın siz iğneyi deneyeceğim dedim. yanımda sıra bekleyen başka biri de '' ona yapacağın masrafla yeni bir kuş al bence daha iyi, benimki de böyleydi öldü '' dedi. senin ben amına koyayım diyecektim kendimi zor tuttum. çapkını kutuya koyarak doğru eczaneye koştum.

koydum masaya çapkını, kuşum çok kötü dedim. eczacı kız gülmeye başladı. gülme dedim kuş burada.

görsel

baktı kız kutuya, aldı reçeteyi verdi ilaçları.

işten izin aldım çapkını iyileştirmek için. ilacını dakikası dakikasına verdim. bir sürü ilaç.

görsel

görsel
ulan öt be kuş be. bir kere konuş be. bir kere tipini sikim de nolur ya.

tüneye bile çıkamıyordu. saatler geçtikçe iyice bitkin olmaya başladı. artık adım dahi atamıyor, kafasını bile kaldırmıyordu yere düşüyor, düşünce kalkmak için çabalıyordu.
lan kalkamıyordu artık be. yan yattı sonra olduğu yere. açtım kafesi aldım elime.
ölüyordu çapkınım.

pıt pıt atan kalbi o kadar yavaşlamıştı ki, avucumun içinde can çekişiyordu. şöyle bir göz göze geldim, görünce ağlamaya başladım, çocuk gibi ağlıyordum, baktı bana çapkın, baktı ve gözleri kapanıp kafası aşağıya düştü. o kadar yorgundu ki, artık avucumun içinde atan o küçücük kalbini hissedemedim. sanki ben düştüm uçurumdan.
öldü.
öldü yaramazım.

görsel

mahsus fotoğraflarını çektim ki arada bir bakıp bakıp içeyim. arada bir bu yazıyı okuyup okuyup yad edeyim.

görsel

kolay değil be abi, seni karşılıksız seveni bulmak bu dünyada kolay değil, bunu anca hayvanlar yapabiliyor. sen onlara iyi davran daha da bir şey istemiyorlar. tek dertleri onları sevmen.

görsel

sen onları sev, onlar zaten seni seviyor ama sen tutup da insan olarak birine aşık ol, onu canından dahi çok sev, onun için öl, o seni muhakkak terk ediyor. hemi böyle usul usul değil, ansızın çekip gidiyor.

ama hayvanlar öyle değil işte abi, sen ölsen bile onlar mezarının başında uluyor. sen yeter ki sev, onlar asla sana ihanet etmiyor.

görsel

**

şimdi sokuyorum kapıya anahtarı, çeviriyorum, içerden ses yok.

konuş be tipini siktimin, şişir beynimi.

görsel

kalk, yine sev beni.
Babası geçici işlerde çalışan ve maddi durumları hiç de iyi olmayan bir öğrenciniz sizi iftara çağırır. siz de gidersiniz. öğrencinizin annesi sizi karşıladığında "ne iyi ettiğiniz de geldiniz. teklifimizi kabul etmeyeceksiniz diye çok korktum." der. siz k.çı kırık bir öğretmen olarak size alacak ekmekleri yokken mükellef bir sofra kuran o insanların karşısında küçülür kalırsınız.
kemoterapiden çıkmış ve artık bünyesi kaldırmayan 50 yaşında bir adam. artık yarardan çok zararını görüyor belli, sırtında bantlar var ne olduğu bilinmeyen. sıranın sizin hastanıza gelmesini beklerken geliyor yanınıza;

- siz kaç senedir çekiyorsunuz bu kanseri?

teyze kanser olduğunu bilmiyor, elinizi kolunuzu nereye koyacagınızı bilmiyorsunuz şaşkınlık içinde,
+ yok biz kanser değiliz ciğerleri su toplamış. diyorum ağlamaklı.
kulağıma eğilip;
- bilmiyor mu?
+ hayır bilmiyor!
teyzem atlıyor,
-biliyorum. çok yakında dinecek bu acı. bana ayna versene. olmayan saçlarıma bakayım.
bir oğlum var, manevi olması onu sevmem açısından bir farklılık arz etmiyor. biraz daha rahat bir çocukluk yaşaması için, ben de bisiklet istiyorum dediğinde aynı hafta içerisinde isteğini gerçekleştirebilmek için ondan uzak bir şehirde koşulların gerektirdiği şekilde yaşıyorum. bir de ablası vardı oğlumun, o da maneviydi fakat o da kendi kardeşi gibi severdi. bir gün ablamızı yitirdik, o çok sevdiğimiz, dondurma ısmarlaması için sırnaştığımız ablamız artık bizimle değil.

küçük kaptan kötü bir şeyler olduğunun farkında ve huzursuz, soruyor ama beş yaşındaki bir çocuğa ölümü nasıl anlatacağımı bilemiyorum. ablan şehir dışına taşındı diyorum, benim yanıma geldi, aynı evde yaşayacağız artık. çok güzel ama ikinizi birden özleyeceğim diyor. seni ararız, sen bizi ararsın diyorum ama sesim titriyor.

geçenlerde aradım küçük kaptanı, çoktan unutmuş olacağını düşünürken ablasını sordu, başkalarını bilmem ama bırakın içimin burkulmasını, bütün kemiklerim direncimle birlikte kırıldı sanki.