bugün

edip cansever'in 6. bölümden oluşan efsanevi şiiridir.Şiirdeki karekterlerin her biri öyle bir tasvir edilmiştir ki , okurken yanınızdaymış gibi hissedersiniz.

1-

siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, izzetin yaylı arabasının yanında
çok güzel bir duruşum var
günün evlerini geçiyorum şimdi kendime iyilikler söyleyerek
tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda
birinde bir kedilik olan, birinde bir sokak lambası sallanan
sokaklar bırakıyorum ben
ben deyince bir daha ben demek istiyorum, mutlu oluyorum böylece
sanırım argos'a çıktıklarından bu yana fenikelilerin
yapayalnız bıraktılar beni. doğrusu bir yaz günüydü, kıyılarımız pek güzeldi
artıkgözlerin bin türlü sudan, bin türlü zamandan öyle bir koyulaştılar
ve alnım bembeyazdı ve boynum çok uzundu
bu çakıllar akardı o zaman, bu şehirler toz bulutuydu
ben işte çok yaşadıysam, ben böyle hep yaşadıysam
bu ölümsüz bir yalnızlıktan, bu ölümsüz bir yalnızlıktan
diyorum. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
oydum ki derim:
izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
sanki onlar io'yla fenikeli kaptanın sevişmesinden
bir güzel koşumlardı, gittikçe çoğlaırlardı
sonra bir düşünürdüm ki, hangisi benim bu cümlelerin
hep aynı cümlelerin: izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
sözgelimi sabahları olmayacak balıkları satan madam hayguhinin
kendini görmek için yerin ve göğün kar tutmasını bekleyen madam hayguhinin
ıslak bakışlarını durmadan yer değiştirirkenki
ve kanından rengine akan bir tramvay gibi sanki
bir anlatımı olabilir mi dersiniz
izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
olabilir mi?

ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.

sahyon'u tanımak ister misiniz? süryani, ayakkabı tamircisi
oltacı eyüb'ü, madrabaz, hayguhi'yi, iranlı celal'i
arabacı izzet'le nuri'yi de
sonra k. kilisesinin papazıyla, iskele memuru yahya gelir ki
belvü otelinin garsonu kleanti, hizmetçi firdevs
öğretmen rıza ile fener bekçisi salih gelir ki
şimdilik tam on iki, bir de ben
ben, yani dökümcü niko
bir akşam üstü saatinden kaçırılmış bahçeler gibi
hepimiz
bir ağaç altında olsun, içi boş bir bostan kuyusunun yanıbaşında olsun.

ve solgun yaz büfelerinin ve karpuz sergilerinin
yanıbaşında olsun.
ve sessiz meyhanelerin ve batık gemilerin
içimizdeki yerlerinin yanıbaşında
ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
biz bunu anlatacağız
sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.
2-

sordular. sorular benim insanlarımdır. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
kendimi açıklıyorum, ölçümse kendimin derinliklerinden
sanırım bir pazar sabahıydı, iki kız çocuğu son baharı tartaklıyordu
kepenkleri indirilmiş bir dükkanın önünde
ve yollardan yaban hurmalarının sarktığı
-sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı
yapılmamış lautrec resimleri ve
bir mektuptu belki de
birinin bilmeden ona bir şeyler sardığı
sonbahar-
ansızın k. kilisesinin papazı tertemiz giysileriyle
yanındaki iki kişiden sıyrılarak
geldi ve durdu - bunu bir iki kez söylemek gerek-
ben onu her türlü kuşkularından tanıyordum. dedim ki
günaydın. sanırım iyi bir gün olacak. pazar mı
ve dedim, evinizden yeni çıkmışa benziyorsunuz
sustu, beni pek yanıtlamadı
ve yüzündeki bir kayanın sımsıcak kırmızısını
daha bir çoğaltarak
ilk yarısını anlatmadığı bir olayın
gerisini anlatmaya başladı ara vermeden
peki, dedim, o olay sadece sizin olacak
aziz yohanna var ya, tanırsınız elbette bu azizi
tuhaftır, ben de yarıdan sonrasını biliyorum bu hikayenin
demek oluyor ki ne siz beni tanımış oluyorsunuz
ne de ben sizi
o benden daha önce davrandı, gidip bir evin duvarındaki çeşmeden su içti
döndüğünde çok uzaklardan üstümüze doğru
bir ayçiçeği anlaşılmaz bir şekilde çözülüyordu
-ben sarışın mı dedim, evet mi dedim-
ve k. kilisesinin papazı dedi
yürümem gerekecek, dün gece eve hiç uğramadım
bazı taşlarla uğraştım, bir ara bir kuş ölüsü buldum
gecenin biraz eski renginde
-bir giriş noktası mı dediniz, evet mi dediniz-
doğrusunu isterseniz görebildiğim her şey
bir yuvarlağın tersyüz edilmiş şekli gibi
hiçbir şey anlatmıyordu. siz iyi söylediniz
o olay sadece benim olacak.
3-

humour, diyordu iranlı celal ve gayrı ciddi olmak
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
saat on dört sularında idi, içkimizi
içiyorduk idi ki, bir pul ingiliz kraliçesini gösteriyordu
bir bardak uzaydan bir kesiti
pencereler bir bilinmezliği sürüyordu içimize
ve doğa
konuştuğumuz bir şey gibi duruyordu, tam öyle duruyordu
sıkıntıya boğulmuş kelimeler halinde
bir tabağın içinde kavun getirdi kleanti
bugün bir eşya gibi duruyor nedense. ya da bir eşya onu
yansıtıyor olmalı ki
rakımızdan bir parça içti ve
gitti gitti gitti gitti gitti
ben upuzun bir mesinayı sanki çok karıştırarak
durdurdum kleanti'yi
durdurdum dünyanın bizlere bakarak
sanırım bir toplantının en tuhaf şekilleriydik
ve bu toplantıydı ki durmadan olmak
durmadan olmak
durmadan olmak gibi bir şeydi ki, değildi
tekdüze bir ölümün gelişinden soy olmak
ve gerilmek ve kalmak
o bile değildi de
gayrı ciddi olmak, diyordu iranlı celal ve humour
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
yaralı bir keler balığı tutarında

ve mezat yerlerinde dolaşan adamlar gibi neden sanki böyle
olduğumuzu anlamayarak
yaldızlı bir boy aynasının eski bir gramofonla yanyana durması
gibi
bir çamaşır makinasıyla
yanyana durması gibi
rakımızı içiyoruz ve bütün bunları kutlamıyoruz ki
tersine, iranlı celal ağlamaklı oluyor biraz
yenilmek susmak yenilmek susmak
saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
saat derseniz
kaçı gösteriyor ve sormak
ona söylüyorum, kleanti'ye, elimde olmayarak
biz dünyanın nasıl bir anlamını taşıyoruz kleanti
bilmem! tabakla kavuna bakıyor. nuri'yle sol eli görünüyor az
uzaktan

sonra sağ eli görünüyor, onu bir gölgeden kurtararak
bize doğru geliyor, elinde bir yılan balığı, aydınlık
yaratılmış ve uzun bir aydınlık
hiçbir şey söylemeden oturuyor. havaya kaldırıyor yılan
balığını kleanti
hiç bilmediği bir ülkeye doğru kaldırıyor
ülkeler ki, diyor, kullanılmamış eşyalarla doldurulmuş
odalar gibidir
ülkeler ki bizim kendimizi orada varsaydığımız yerlerdir
bir trenle gidilir
bir yılan balığıyla gidilir. nuri diyor ki
bana nasıl geliyorsunuz bilseniz
ben sizlere gitmek istiyordum, gittim
ben sizlere inmek istiyordum, indim

ama siz var ya, bir bakıma siz
boşluklara asılı bir istasyon gibisiniz

biz neyiz, biz neyiz
dedik ve sustuk
susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.
4-

siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, sizin beni gördüğünüzün dışında
pek denenmemiş bir duruşum var
günün 'her şey'lerini geçiyorum şimdi, kendime iyilikler söylerek
tane tane başlıklar bırakarak arkamda
birinde bir umulmazlık olan, birinde bir kargaşalık sallanan
başkalıklar bırakıyorum
ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki herşey iyi olur diyorum ,
olmuyor bilmiyorum.
5-

anlatırım. 444'e benzer bir bahçenin ortasındaydım
böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındaydım
diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
düştüğü günüdür ki, ben salih
elleri çok görünür, yüzleri çok görünür, salihlere bölünür
ve dünyanın ıssızlığından koparak
ilkelsi bir ıssızlığa yavaşça
doğar ve ölür
dünyanın en doğal örtüsüdür, o salih
ölümün saydam ve kıpırtısız sallantısını sürdürür
bir kemik biraz etlenir, bir deri biraz kirlenir
renkler ki sorumsuzsa kımıltı kesinleşir
neden salih olur -bir kuştur
bir balığın şaşkın ve çaresiz duruşudur. dünyanın
o tükenmez ıssızlığından getirip
yeni bir ıssızlığa yavaşça
kendini koyuyorsa olmuştur-
denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
o kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
ben salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak ediminden bir salih
ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim...
başkaca bir şey yoktur
varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
bende hiç barınamaz
neden derseniz, ben biraz 'ertesi gün' gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
bilmem ne kadar 'her gün' geçirdim, bilmem de
bütün günler birbirine benzer, 10'lara, 100'lere, 1000'lere benzer
ve biraz 100000'lere
fazlası fazladır artık, 'çıt yok' bile değildir
'bir ölü hiç duyamaz,' o bile değildir de
kim sessizliği bir av gibi öğütürse bu odur
o, yani fener bekçisi salihse
kendimi pek tanımam, varsa da ben tanımam
doğrusu fener bekçisi salih olduğuma göre
ben işte fener bekçisi salihim, derim
bu bakımdan kendimim: fenerim, salihim, 2+1 lere, 1-2 lere benzerim
birden gök girer gözlerimden ve çıkar
bir şimşek kokusu dalar içime ve uzaklaşır
bir imdat sesi duyarım kimi zaman da , tamam mı
bu kimin sesi olmalı, bir ses mi yoksa bir yansıma mı
bilmem.

bilemem, öyle bir salihim ki ben, onda hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
diyelim bir ekmek alırım çarşıdan, yesem de unuturum onu, yemesem de
bir çocuk 'sabah oldu' der, sökemem bir türlü bu sözün anlamını
sözgelimi bir japon elması -neden olmasın-
yığılır da içime taslağı gibi salihin
bir hiçlik gibi yakar, yakar da canımı
ben fener bekçisi salih olduğuma göre
-bir bardak su, açık duran bir kapının pervazı da olabilir bu-
duyamam.
sonra ben kendimi bir şey yapıyor saymak bakımından tehlikeliyim
neden derseniz, biraz öyleyim
mesela hiç yoktan canım sıkılır bir gün -ne yapsam-
ne mi yapsam, alırım bir kağıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez
ne dersin salih? evet! onu ben bir ağaca gizlice iğnelerim
çocuklar, sonra bir takım adamlar bu işaretlere bakar bakar bakarlar
ben fenerin tepesinden onları seyrederim
-sorarım, söyleyin bana, kaçınabilir miyim-
bilmem ne kadar 'her saat geçer böylece
onlar, o durgun bakıcılar
şaşkınlığın engin ve küçümser gülüşüyle
bir başka yaratıklar olmaya başladılar mı öyle
yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
ölçüsüz ve tanımlanmamış yaratıkları
gibi olmaya başladılar mı
benim varlığım salihin varlığıdır artık
ya onların geride bıraktıkları
satın alacakları bir eşya -bir sürü ıvır zıvır-
park gibi, müze gibi bir yer uğrayacakları
olamaz mı gereksiz bir gevezelik de -neden olmasın-
diyelim -ne gülünç şey- biriyle yatacakları
sanki bir imza atacakları bir kağıdın üstüne
kötümser, dalgın, kapıcıyı çağırıp..
-yaşamın o buruk, o sevimsiz notları-
hani bir gazete okuyacakları belki ya da bir dergi
ya da telefonda birini..
duralım
ya ansızın bir şeylere benzetirlerse bu işaretleri
onlar, o durgun bakıcılar
demeye kalmaz, benzetirler de
sorarım, söyleyin bana, bir şeyler yapacak olan salihse
ne yapsın.
ne yapsını var mı, bir bez parçasının üstüne
olmadı bir duvarın, bir oğlak derisinin üstüne
yeniden çizecektir her türlü işaretlerini salih
doğrusu fener bekçisi salih olduğuna göre
elinden ne gelirse onu yapacaktır
yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
salihi olduğuna göre.

bendeki tek şey bir yunus balığıdır, görseniz
88'e benzer bir yunus balığıdır, görseniz
çok acı bir şekilde yunus olmaktan
ve kendinden korkmadan suya indiği
yalnızlığın insanları barındıran içine
dalıverdiği bir yunus
ve tekrar çıktığında sayısız öpen bizi
salihi
ve yunusla salihin sayısız kesiştiği
bir yunus
ben onu kuşatırım, o bütün açlığıyla tüketir içimdekileri
yunus!
bize söylüyorum, diyorum ki, bir yakarış mı bizimkisi
değil mi
ya da bir ölüm sessizliği mi, ne
hangisi
ve ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyi
böyle tek olmaktan korkunç güçlenen
ve kendi saldırısıyla yok ettiği kendini
bir parçalanış, bir yitiş
olabilir mi -zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız-
aşağıdan bağırırlar, salih nerdesin
salih o zaman bilmez nerde olduğunu
salihin işleri çoktur, tırnakları derseniz uzayıp gitmiştir
ölü tırnakları gibi
bir uzun beklemekten tırnakları uzayıp gitmiştir
ve yunus salihse, salihin bir yunus olduğu düşünülürse
her çelişkide yunusun bir şekli durur
doğurur, yaratır, gene doğurur
sayısız yapar bunu
ve salih boşalınca yunustan
onda hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
onda hiç barınamaz.

ve salih yeniden başlar. bilmem ne kadar 'her saat' geçer akşama kadar
kağıtlar ve tahtalar gibi düşerekten üst üste
ben feneri yakarım, o zaman ben feneri yaktıktan sonra
kontrbas öğretmeni rıza'yı görürüm
bir gece intihar etti, o beni görmez
ben onu görürüm
denizin kumlarla kesiştiği bir yerde
intihar etti
ve ölüm gökyüzünün geceyle çiftleştiği
ve kimselerin iğrenmediği bir aydınlığa
sürükledi rıza'yı
ve yunus ki ölümün fırlattığı bir kinle
o sabah hiç görünmedi
rıza da görünmedi -bende hiçbir şey barınamaz-
kontrbas kara bir 66'ya benziyormuş, öyle
ve rıza 666 gibi bükülmüş, öyle
bir kan kokusu var mıymış, yok muymuş, öyle
ve öyle
insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında. ben salih
x'lere, sonsuzlara benzeyen bir salih biçiminde.

anlatırım. 444'benzer bir bahçenin ortasındayım
böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
düştüğü günüdür ki, ben salih
adımın bir kusuru vardır yalnız, bana kalırsa
ya sanus olmalıydı, diyorum, ya lihyu
bir anlamı olurdu
bir anlamı olurdu
6-

sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
benim öyküm yok
çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
ince bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
kovalanıyor
ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
eyübün korkusudur
-evet anlıyorum-

anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir eyüp
sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
başı boş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
beni kimse bulamaz
beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
çünkü
ben onu ayrı tutarım
nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
dediğim kadar da uzundur
ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
ben kendimi çözerken?..

çıktım. sabahın ilk saatleri. gizlene gizlene kıyıya vardım
denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
yavaşça geçtilerse de yanımdan
ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
o benim korkum
olabilir mi
bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
bana öyle geliyor
ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
denize uzuyorum
ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
saklanıyorum böylece
sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
diyorum: geldim
ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
dur şimdi eyüp! duruyorum, dinlerim ben eyübü
ayağa kalkıyorum
önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
seni hiç bulamazlar
beni hiç bulamazlar,eyübü
bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
eyüp!
-evet anlıyorum-

bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
insanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
ben bunu biliyorum
bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
üç çocuğumla beni arıyordur
ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
eyüp!
-evet anlıyorum-
ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
yüzleri nasıldı, biliyor muyum
hayır ,size yemin ederim ki bilmem
daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
eyüp hiç evlenmedi
yani
böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
eyüp! eyüp! eyüp!
dönüp arkama bakamıyorum, oltalarımı eskitemiyorum
ve sorarsam ben soruyorum:eyüp ne haber?
ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.

onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
birtakım renkli kağıtlar
bazen de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
kocaman bir eyüp yazan en üst köşede
korkuyla bakıyorum
bakmamla yırtmam bir oluyor. sonra bir güzel çukur kazıyorum
dolduruyorum çukurun içine onları
bulamasınlar diye eyübü
ne olur bulmasınlar
ama hiç bulmasınlar, olur mu
sağ elimde bir sakatlık var,onu da
sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
bulsalar ne yapacaklar
bulsalar?..
bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
ikiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
dağılan bir meydanın ortasında ben
ve olanca eyüplüğümle işte
ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.

yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanı üstünde
anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
denedikçe de
ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
yetişemiyorum
demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. öyleyse
beni kimse bulamaz
saat desem; meydan saati- zaten işlemiyor
işlemeyince de
her şey bir ıssızlığın içinde. bir de bu 'her şey'
soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
öyle mi
bir yanıt:evet öyle.

iki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
iki tel parçası ve
zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
gittikçe katılaşıyor
ve bir köstebek gibi dolaştırıyor beni içinde
alışıyorum buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
ve düşen dondurma değil de
her şey hiç kımıldamadan öyle duruyor
yalnız durmak da değil, soruyor bir beton heybetiyle
öyle mi
bir yanıt: evet öyle

bulsalar?.. şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
bulmak istese bile
bulamaz
ama ben oltacı eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
eyübüm gene
eyüplere bölünmüş bir eyübüm ben
gece
fenerimi yaksam mı, karanlığımı
bekleyip dursam mı öylece.